21 Şubat 2009 Cumartesi

trenler, çocuklar ve diğerleri...

avlu*
Karanlığı yırtan mavi bir ışık peşinde koşuyorum. İnsanlar düşle gerçek arasında gidip gelen gölgeler. Dokunduğumda garip bir sızıyla bakıyorlar yüzüme. Acı verdiğimi duyumsayarak çekiyorum ellerimi. Ellerim çaresiz.

Uzun bir yolculuk oldu. Yıllar aldı. Yol boyu içimin duvarlarına çarpan, kırılan, köpüklenerek geri dönen anılar, yüreğimi yordu. Şehrin sıcaktan buğulanmış, gördüğünü algılayamaz olmuş, iri kara gözleri, karşımda, yıllar süren bir yolculuk sonrası yorgunluğuma aldırmayarak, ışıldadığında sözcüklerin bittiği kapıda durup, çalmadan kendiliğinden açılmasını bekliyor gibiydim.

Ölümün kucağından inip, yeryüzüne tutunma uğraşımla geçen gençlik yıllarımı, geride bırakmış, büyümüştüm işte. Çocukluğun ikiye ayrıldığı bir sınır vardır, ölümle sokakta oynarken tanışanlar için. Biz öyle tanışmıştık kendisiyle.
Burası babamın şehri. Babamla annemin tanışıp, aşık oldukları, evlenip bir süre yaşadıktan sonra bir daha dönmedikleri şehir. Yıllar önceye akan bir tünelden geçiyoruz. Siliniyoruz.

Tek katlı evimizin sokak kapısı oda biçiminde geniş bir hole açılırdı. Yaylı iki divan L şeklinde durur, genellikle pencere kenarında otururduk. Pencereden dışarıyı seyrederken, bir çocuğun anlatılmaz yalnızlığıyla dolu yanıtsız sorular sormaktan yorulup, unutulmak isterdim.
Yitirmeyle kavuşma arasında bir duyguyla dokunuyorum aydınlığına o günlerin. Sesi ve ışığı birbirinden ayırmak için. Gölgeler karışıyor. Annem oluyor, babam, kardeşim, öğretmenim, arkadaşlarım... Kara önlükler içinde sıra olup, zararsız hale gelmek için eğitiliyoruz. Anlamsız kurallarla ezilerek, duygularımızdan arınıp, istenilen gibi davranan, doğru yanıtları verme telaşında heyecandan titreyen çocuklara dönüşüyoruz.
Oyunlarımızı seviyorum. Çamurdan yaptığımız yollarda akan suların, engelleri aşıp gidişini seyretmeyi. Çocuk olmayı seviyorum. Saatlerce konuşarak oynadığım bebeklerimle, yalnızlık anlarımı düşsel bir sahnede renklendirmeyi başarıyorum. Garip bir önseziyle özünde hep mutsuzluk olan bir yaşantıda sürüklendiğimizi duyumsuyorum. Annemle babamın kavgalarından anlıyorum bunu. Ürküyorum, insanların o gülen yüzlerinin yerine, kötü ruhların eline geçmiş gibi bağırıp, çağırırken, öfke ile kızaran yüzleriyle karşılaşınca.

Bu anlar geçince, yeniden eskisi gibi olunca yaşam, annemin söylediği şarkılarla bahar geliyor. Ağaçlardan kuşlara, kuşlardan çiçeklere, kelebeklerden karıncalara uzanan yürüyüşler yapıyorum. Karanlıkta yıldızların baş döndürücü seslerine kulaklarımı tıkayarak nefes nefese koşuyorum. Olmadık zamanlarda hissettiğim bir haykırma güdüsü bu. Gelinciklere gömülüyorum. İnciterek sevmek ister gibi oturuyorum aralarına, onları ezdiğimi bilerek. Rüzgârı küstüren duruşları kalıyor anılarımda. O çocuk ruhumla anlıyorum ki, gelinciklerin bu sızılı bakışlarından anlıyorum ki, bir parçamda hep bu yalnızlık olacak.







Ellerim için üzülüyorum. Tıkalı bir lavabo açılınca suyla birlikte dönerek akan kalıntılar gibi uğultulu bir sessizlikte karanlığın dibine doğru sürükleniyorum. Kat kat, duygu duygu, anı anı yok oluyorum.

İstanbul’ a gitmek için kapıda eğilip, öperken ne istediğimi soruyor babam. Bebek istiyorum. Gelinlikli. Ne büyük bir düş böyle bir oyuncak. Annemin açık gri pardösüsü. Simsiyah ışıltılı saçları. Birlikte çıktıkları kapıda gidişlerine bakakalıyoruz kardeşimle.
Döndüklerinde oyuncak bebeğime kavuşuyorum. Adı Suzanna. Etiketinde yazıyor. Annem Suzan olsun bari de Türk ismi olsun, diyor.
Babamın gittikçe sararan rengini ve ameliyat dönüşü neredeyse birden bire erimiş gibi zayıflamış oluşunu anlamlandıramıyorum. Biz oyun oynarken o, ölüme yürüyordu sessiz sessiz. Yüzüne bakamıyorum. Sesi kısık, konuşurken çok zorlanıyor. Gül kurusu kadife koltukta oturuyor. Aylarca orada oturdu öldükten sonra da... Senin için geldim, kızım diyor. Sonra su istiyor. Mutfağa annemin yanına gidiyorum. Gözlerim iri iki göz yaşı tanesine dönüşmüş. Ağlama diyor, annem. Baban üzülür sonra. Babamın yanına dönüyorum. Kalbini dinletiyor. Mekanik bir saat işliyor sanki içinde. Pil taktılar kalbime, diyor.

Mutluluk yalnızlığımı giyinen acımasız bir düşman. Ona kanmak, büyüsüne kapılmak ne kadar kolay. Sararmış bir fotoğrafa dönüşüyor. Okul giysileri ile şiir okuyan bir bayram çocuğuna dönüşüyor. Kaygılı bir anne ile gülümsemeye çalışan bir kız çocuğu. Ölümün gri dumanı sarmış yüzleri, yürekleri. Zaman buğulu bir aynada saçlarını tarıyor.


Çok aydınlık bir evdi çocukluğumuz, oyunlarla dolup taşan. Mevsimin en tatlı meyvelerini saçan ağaçların altında büyürken, o anların bir daha yaşanamayacak mutluluğunu yıllar sonra çok uzaklardan seyredeceğimizi bilmiyorduk.
Babam zamanla toparlanıp, dinçleşti. Kimsenin hasta olduğu için ona ayrıcalıklı davranmasına izin vermeyecek kadar gururluydu. Çok kısa sürede çalışmaya başladı yeniden. Böylece okul dönüşlerimizde açık yeşil pijamasıyla, onu evde ya da evin giriş merdivenlerinde kendi özel suyunun durduğu testiye eğilip, su alırken çok fazla göremedik. Madene indi inatla, masa başına verilmeyi kendine yediremedi. Yine babaları evlerine taşıyan maden servisinin durağında beklemek, onu görür görmez koşarak sarılmak oldu günün en sevdiğimiz işi. Sonradan annem durakta saatlerce beklediğimizi, babamız gelmeyince ağlayarak eve döndüğümüzü ve neden gelmediğini sorup durduğumuzu, yıllarımızı geçirdiğimiz bu güzel siteden taşınma gerekçesi olarak anlattırdı. Bir gün de onu okuldan dönerken merdivenlerde testiden su doldururken gördüğümü anımsıyorum. Öyle yakın, öyle canlıydı ki, gerçekten ölmediği için çok sevinmiştim. Biliyordum ölmediğini, diye diye koşmuştum hayaline doğru.

Yaşamının son günlerinde neler düşünürdü, gözlerini kısarak uzaklara dalıp gittiğinde? Neden bu kadar üzerdi annemi? Sevgiden mi? Onsuzluğa, yaklaşan yolculuğun yalnızlığına katlanamayacağını bildiğinden mi? Korkudan mı? Kalbindeki pil sesinin anımsattıklarından mı? Ben ve kardeşim henüz çok küçük olduğumuz için gitmeyi göze alamadığından mı?



O günler kapkara boşluklarla dolu belleğimde. Genelde yaşananlarla anlatılanlar birbirine karışmış, gerçekler sisle boğulmuş ve geride çekilen dalgaların bıraktığı birikintiler gibi sözler, yüzler, bakışlar, duruşlar, susuşlar kalmış. Annem ameliyat için, bir aile dostumuzun arabasıyla İstanbul’ a gittikleri gece, cama bir baykuşun çarptığını anlattıktan sonra, bunun kötü bir alamet olduğunu sezinlediğini söylerdi, kendi kendine itiraf eder gibi. Genç bir annenin çocuklarını annesinin bakımına bırakıp, karanlık bir yolda hasta kocasının yanında suskun bir yolculuk yaparken, cama çarpan baykuşun çıkarttığı sesle nasıl irkildiğini düşünmek içimi sızlatır. Onun babamın hastalığı nedeniyle geceleri uyuyamaz olduğunu çok geç keşfettim. Bütün gece inler, sayıklar yatakta döner dururdu, diye anlatmıştı. Babamdan sonra yemek ve uyku saatleri olmadı evimizde. Anneminse kendine özel ne bir odası, ne bir dolabı, ne de özel eşyalarının durduğu bir çekmecesi oldu. Oraya buraya koyuverdi eşyalarını, kendisini geçiştirerek yaşamayı ve çok sigara içmeyi bir yazgı gibi giyinmeyi seçti.

Yaklaşıyorlar. İri gözbebekleri, kanlı akıyla, aynı bakan gözler. Şehrin üzerini kara bir örtü gibi saran ve güneşi gizleyen bulutlar. Basılmış kardan arta kalan çamurlu, buzlu yollar ve bu kirlenmişlik kokusu. Bu yaşamın gelip geçen acıları. Alışır gibi yaptığımız oysa yüreğimizde biriktikçe tabakalaşan umutsuzluklar. Acı çeken bir ruh dolaşıyor içimizde nicedir.

Büyüdükçe yanımda taşımaya alışacağım; ezikliğimi, kuşkularımı, umutsuzluğumu. Yıllarca aynı yolda serin bir akşam üstü rüzgârına sırtı dönük koşan ve gelinciklere varınca insanlardan kurtulduğuna sevinen o çocuk olacağım. Bunu yalnızca bir pencere kenarında unutulup, ağaçların deli dolu kıpırdanışları ile avunan ve bir gün büyük bir sırrın önünde eğilip, avuçlarında o sırrın çözülüşünü gizleyen ve bu sırrı insan yüreğindeki o anlaşılmaz yaşamak tutkusuyla mucizevi bir sevdadan çoğaltmış biri anlayacak. Asla geri dönmeyeceğini bilerek beklemenin ne demek olduğunu bilen biri. Çocukluğunda gömdüğü ölü bir insan yüzü ile yaşamın herhangi bir anında takılmış, ele geçirilmiş, sevildiğinden daha çok sevmiş bir çocuk. Soluğunda gelinciklerin telaşını üfleyen , huzurlu bir uykudan uyanıp, nerede olduğunu anlamaya çalışan.

Burası babamın şehri. Sıcak üzerimize çullandıkça inatla ve konuşmadan yürüyoruz. Yalnız arada bir Remzi “Bütün gece uyumamışem. Dayıma söz vermişem. Ayağının tozuyla kızını sana getirecem demişem.” diye yineliyor, duyulur duyulmaz bir sesle. Uzun yıllar süren bir yürüyüşten sonra ölülerin huzurunu bozmamak için sessizce giriyoruz mezarlığa. Hem sondayım hem de pırıl pırıl bir başlangıçta. Hem yaşayan bir beden hem de gittikçe ölen bir ruhum.
Hiçbir mezar taşının bu kadar mağrur, bu kadar razı bir duruşu olamaz. Huzurla gülümser gibi ağlıyorum. Ağlıyorum. Sözcüklere kavuşur gibi. Kendime sarılır gibi. İş dönüşü servisten indiği durakta yıllardır beklemişim ve birden bire o çıkıp gelmiş gibi.
Sonra bir taş evin avlusuna varıyoruz. Aslında o kadar çok dinlemişim ki anılarımda capcanlı bir ev, bu bütün bir sokak. Bu daracık akan ve geçmişi yaşayan ara yollar. Bu sokaklardan ilk geçişim, bu kapıdan ilk girişim olamaz.
Sarılmalar... Tanışmalar... Ne çok ağlıyoruz kadınlar...Ne çok susuyor erkekler... Ne kadar mutlu çocuklar... Dolup taşan bir odada ne çok yalnızız.
Sanki ev bu taş avlusu , sedirleri, damına çıkılan çiçekli merdivenleri, tüm yaşayan odaları, duvarlarda asılı ölmüşlerin fotoğraflarıyla babam kokuyor. Ne çok öldük, ne çok azaldık, diyor. Gölgeler kalmış geride, dokunamayan, gören, duyan gölgeler, evin içinde dolaşmaları yadırganmayan yaşlı ölüler. Hep genç kalmışlar. Kendi boyutlarından zamanı seyrediyorlar.

Uyandığımda sesin baş ucumda bekliyor. Işıl ışıl bir sabah gibi
dökülüyor ellerimden dokunuşun. Anların ve tüm yaşanmış mekanların, sözlerin ve tüm söylenmemişlerin, varılmış yolculukların, ulaşılmamış düşlerin, insanlığın bir insan ömrüne sığdırılmış tüm acılarının ötesinde, öldüğün gündeyiz. Silkeliyorum üzerimden çocukluğumu. Ve o anda yalnızca, öylece bir karşı duruşla, sonsuzluğu sunuyor bana gözlerin.

Beni çağırıyorlar. Yıldızlara bata çıka uyumaya çalıştığım damdan inerken seslenenin Aysel Abla olduğunu anlıyorum. Yıllar önceden yıllar sonraya iniyorum basamak basamak ... Her basamakta renkler başka tonlara dönüyor. Bu sancılı yaşamların arasında görünmez bir su dolaşıyor. O suya taş atıyoruz çocuklarla. Sesleri yankılanıyor. Taş avlunun sınırları yok. Zamanın dokunamadığı bir köşesindeyiz yeryüzünün. Soyutlanmış, yalnızlıkla örülmüş, dilsizliği her şeyi biliyor olmasından. Sonsuzluğun içinde unutulmuşuz.
Basamakların bitişindeki tenekelere ekili çiçekler kaderlerine razı bir suskunlukla seyrediyor avluyu. Dut ağacı her yeri sarıp sarmalayınca Ahmet Amca kesmek zorunda kalmış yıllanmış ağacı. (Onun iki büklüm duruşu , zayıf yüzü geçmişten sarkıyor... Ölen tüm akrabaları tanıyan tek kişi.) İçim sızlıyor. Halbuki ben bu avluyu hiç görmemişken henüz, düşlerimde hep o anlatıla gelen haliyle, koca bir dut ağacıyla kucaklanmış, gölgesiyle dolup taşarken anımsıyorum. Ağacın kesilirken damarlarına saplanan acı burkularak ilerliyor içimde. Düşün içinden sıyrılıp, asılı çamaşırların altından geçerek kuyunun başında buluyorum onu. (Bu çamaşır ipine astığım gömleğin cebinden eve dönünce bir şekerlik maşası çıkacak. Çocukların işi olmalı diyerek gülümseyeceğim.)

“Kuyudan su çekiyorum Gel sen de çek.”

İçerisi ne kadar serin. Boş kovayı atıyorum, şangırdayarak suya varışını bekliyorum.Sonra kolu çeviriyorum.

“Buz gibidir ha...”

Kuyuya eğilip baksam... Karanlığında kendimi görsem... Buradayım işte desem... Büyüdüm ve geri döndüm. Annemin evin işi için tek su kaynağı olan kuyudan belki türkü söyleyerek su çektiği günler, babamın gençliğiyle birlikte uzaklardan yanıtlar mı sesimi?

Sabahın cıvıl cıvıl coşkusu var çocuklarda. Yanıma gelip, gülümsüyorlar, sonra yeniden koşuşturmaya başlıyorlar. Büyüklerden biri bağırınca siniyorlar köşelere... Kapkara yüzlerinde iki boncuk gibi ışıldıyor gözleri...Yoksulluk içinde mutluluk saçıyorlar... Bir masalda büyüyecekler, büyüdüklerinde ise anlayacaklar o masalın bittiğini.
Avluya bakan odalar her bir evli çiftin tek özel yeri. Yer sofrası donatılıyor. Gencecik, evli ve en az iki çocuğu şimdiden büyütmüş, başları önde kadınlar. Konu açılınca biliyorlar haklarını aramayı, sonra susuyorlar aynı döngünün kulları olarak.

Yaşamı ikiye bölüyor sesler. Ben çocukluğumla konuşuyorum. Oysa öyle anlar vardır ki odanın birinde yeni ölmüş biri yatarken bile yaşamın saçma sapan işleri araya girer. Donmaz zaman. Ve donsun ister insan. Ölü, duyar bu saçmalıkları. Ben öldüm siz hâlâ bu ıvır zıvır işlerle uğraşıyorsunuz, diye mi düşünür?



Benim içinde eridiğim anlar dökülüp dağılıyor onların yaşadığı ana. Onlar kendi yaşamalarında öylesine doğal ve öylesine varlar ki. Biz misafiriz. Biz olsak da olmasak da şu an burada, bu kadar olacaklar.

Yusuf dalgın. Onun dalgınlığı anılarımda susarken anlattığı acılara dönüşecek. O da arada bir olduğu ana dönüp olayı yakalamaya çalışanlardan.

“Biz izin versek karılarımıza, başlarını açsalar, gezip tozsalar, bize saldırır büyükler . Buranın insanı böyle. N’apalım.” diyor.

Çünkü kadınların her biri sırayla bana yaşamlarının çekilmezliğini vurguluyor fırsat buldukça. Onların derdi kafalarını kapatmak değil aslında , Yusuf’ un anlamadığı ve asla anlayamayacağı gibi yaşamdan koparılmış olmak. Erkekler de kendilerince aşiret geleneklerini, büyüklerini yani düzeni suçlayarak temize çıkmaya çalışıyorlar benim gözümde. Biliyorum bunları. Çok önceden beri. Belki daha değişik kuralların acımazsızlığından biliyorum. Ama önemsemiyorum. Karşı çıkılması güç olan durumları kabullenenlerdenim ben. Çok karışık hem bu işler.

Yasaklar hepsi için aslında , kadını erkeği hepsi aynı kuşatılmışlıkla sınırlandırılmış.
Onları bir yaşam fotoğrafı gibi duyumsuyorum. Öyle zıt renklerle çala kalem çizilip atılıvermişler köşelere. Kadınların birden bire neşelenen sesleri, erkeklerin uzun süren sessizlikleriyle çitlenmiş. Yine de kadınlar ve erkekler işte . Çevrelerinde çocuklar koşuşup duruyor. Çocuklara ve her yere konup yılışıkça yapışıp kalan kara sinekler. Sıcak, istenmeyen bir selam olup akıyor akıyor. Kapılardan. Duruşlardan. Çocuklardan. Buram buram. Acılı yemeklerden sonra insanın midesine oturan susadıkça su içmenin yetmediği bir sıcak. Yabancıyım işte. Onlar kadar kendime de. Çocukluğuma. Çekip gidenlere. Dönmeyenlere. Peşinden koşamadıklarıma. Hayır diyemediklerime .Kendimi aradıkça saplandığım yalnızlığıma bile.

Daracık sokakları şehrin. Sıcak buğulu , yaşarken yaşamıyor sanıyor insan kendini. Zaman büyülü. İçli türküler duyuluyor, susan insan yüzlerinden. Sese muhtaç gibi bakan gözlerinden. Onlara bakıyorum, duymuyor gibiler. Kimse benim duyduklarımı duymuyor gibi.
Erkekler sessiz yine, önde, biz konuşarak arkada yürüyoruz. Aysel Abla cıvıl cıvıl . Kadınlar dışarı çıkmayız pek, diyor. Dışarı çıktığı için mutlu. Oğlu çekiştiriyor kolunu. Bir şeyler istiyor. Konuşmasını anlamıyorum.

“Dur oğlum, çekiştirme...Git dedene söyle ne istiyorsan.”
“Ben bu yavruma acıyorum .”diyor.
“Dedesi de olmasa ne yapardık bi’ başımıza? Kim bakardı bize? Herkesin durumu ortada işte...”
Dalgınlaşıyor. Kocasını düşünüyor olmalı. Yurtdışına çalışmaya gidip, hiç dönmeyen kocasını. En son üç yıl önce haber aldığında hapisteymiş, sonra ne ses ne soluk...
Garip bir ışık gözlerinde. Beklemenin kendisi olmuş bir ışık.
“Bi’ bilsem sağdır... bana yeter...”
Olduğu ana dönüp, eski iyimser konuşkanlığıyla, neşesini saçıyor yine yürürken.

Zaman yok. Ellerimiz dokunduğundan kopuyor. Yüreğim ıssız bir tarlaya düşen ilk yağmur damlalarını içiyor , kuyunun suyu yerine. Su bedenimden sızıyor.
Onun bu koşullardaki iyimserliğine bakıp, kendimdeki mutsuzluktan utanıyorum. Her an her yerden süzülüp içime dolan tatminsiz mutsuzluğum. Çaresiz mutsuzluğum.


Çarşılar ışıl ışıl. Bu şehri kazıyorum beynime. Tarihi binaları, daracık sokakları, bakır çarşıları, geçmişten sarkan insanları, sarı sıcağı, kavuşmayı bilmeyen kadınları, kutsallığını suların, adaklar adanan ziyaret yerlerini, mezarlıkları. Bu zamansızlığı nerede yakalayabilir ki insan­? Bu her şeye rağmen yaşama tutunmuş yürekleri. Taş duvarlar arasından sızan geçmişi.. Umudu ve başlangıcı. Halılar, kilimler, bakırlar. Eskinin dokusundan sökülmüş binalar, evler. Saçlarımda şehrin ellerinin okşayışı. Ve çocukluğumdan kalma oyunlar avlularda. Kim bilir bir daha nerede , ne zaman?

Annemle babamın okudukları, birbirlerine aşık oldukları okulu gösteriyorlar önünden geçerken. İçimin yaralarına değen bir ses; senin için döndüm kızım, diyor.

Sıcak peşimizde. Sözlerden buğusu yayılıyor. Tutunduğum yıldızları bırakıyorum geçtiğimiz sokaklara. Bir daha asla eskisi gibi olamayacağız. Eskisi kadar olamayacağız. Bir daha asla bu anda olamayacağız.




8.2004/7.2005 Eskişehir

*Damar'da yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder