SOKAK DÜŞLERİ- 1
-Gugukkuşu’nun Sesi-
“ Bu kadar akılsızca
kendini aşağılayan insan soyunu anlamıyorum.”
GOETHE Goethe-
Herkes, her şey uyuyordu daha. Ali ise güneş kirpiklerinden süzülür süzülmez uyanmış, bir çırpıda kendisini sokağa atmıştı. Her yerden kuş cıvıltıları geliyor, birden kanatlandığını sanıyordu Ali. Tam uçacakken, uçarak dağları aşıp, sonsuz denizleri, uçsuz bucaksız ovaları geçecekken, ayağına takılan taş yüzünden, gerçeğe dönüveriyordu. Omzuna asılı boya sandığını, yeniden dengeleyip, bir zaman öylece yürüyordu.
Ali’nin bildiği bir giz vardı ki... Ali bir tek Sarı Kenan’a, bir de Küçük Mustafa’ya anlatmıştı bunu. Yüreğinde eskimiş ninniler gibi sakladığı, uyumadan önce ya da yalnızlıktan bıktığı zamanlarda bir şarkı gibi mırıldandığı. Böylece geçmez sandığı anlar, rüzgar olup kolayca akıverirdi yanı başından. Bir çocuk için günler geçmek bilmiyorsa eğer, yaşam bozuk bir oyuncak , gibidir.
Ali bilirdi ki; her gün meydanın bütün kuşları onun için gelecek yine çevresine doluşacak, onlar kendi ülkelerinin masallarını anlatırken Ali’de dinleyecek. İnsanlar su olup damlalaşırken; kimi yüzler sarı , kimi yüzler turuncu, kimi yüzler çamurlaşacak. Ali kuşlarına “ tamam” dedikten sonra. Sonra...
Kuşlar olmasa Ali sadece ayakkabıları görür. Çocuk elleriyle çabucak boyar, cilalar, sever, konuşur onlarla. Yorulur. Acıkır. Kirlenir. Oysa kuşlar sayesinde dünyanın en akıllı insanı o olur. Canlı cansız her varlığın dilinden anlayan, dünyanın en becerikli çocuğu. Kuşlarla konuşabilen tek çocuk. Yüreği taşkın, yüreği çocuk, yüreği uzak umutların tutkunu. Yüreği bütün kuşların yorgun sevdalısı.
Meydana geldiğinde ikirciklendi. Kuşları görür görmez aklı başından gitti yine... Ağlamak istedi ya; Ali ağlamazdı hiç. Ara ara yüreği burkulur, sancılanır, tükürüğü boğazında zincirlenir, Sonra yumruklarını sıkar, avuçları terledi ama ağlamazdı böyle anlarda bile. Kuşları duyar, bunları unutur, tüm dünya kanatlara bürünür, renkler çoğalır. Maviler, gök yeşilleri, sevinçli kırmızılar güvercinleri giyinir, Ali onlar gibi uçar. Uçar.
Her zaman en erken tezgah açan Ali’ydi meydanda. Oysa bu sabah Sarı Kenan’ı iki büklüm oturmuş, kara kara düşünürken görünce, anladı. Her şeyi anladığında kafasının içi boşalır, öylece kalıverirdi. Küçük adımlarla yaklaştı Sarı Kenan’a. Sarı Kenan önce büyümüş gözlerini Ali’ye çevirdi. Sonra yine eğildi, kaldı.Sarı Kenan’ın yüzü sadece gözleri olmuştu o an. İnce, uzun, kemikli yüzü, ağaç kütüğü gibi katıydı sanki. Ali bir söz söylese Sarı Kenan kırılıp, dağılacak sandı. Sandı ki; o güne dek, hiçbir kimse, onlar kadar dost, onlar kadar yakın olup da, böylesi acıları paylaşmamışlardı. Bir zaman öylece sustular.
Eskiden olsa, Ali hevesle sandığı önüne atar, arabalar tek tük süzülüp, sokaklar esnerken, uzun uzun boyalarını düzenler, keyifle sandığını temizlerdi. Oysa...
Sarı Kenan iri yarı bir erkek gibi yürür, sokakları adı gibi bilir, bazı geceler de parkta uyurdu. Onu ilk defa gören korkardı. Oysa, o insanı öldürür gibi bakan, şimşek gibi yakan gözleri, Ali’ye yumuşacık bakardı .
Bir kabustan uyanır gibiydi Ali. Gereksiz sözleri, soruları sevmezdi ama nasılsa çıkıverdi ağzından;
“ Kenan ben değilim.”
“ Biliyorum Ali.”
“ Kaçmalısın.”
“ Biliyorum Ali.”
“ Sana söylemiştim. Küçük Mustafa yakalanır. Beceremez. Beni al yanına, demiştim.”
“Biliyorum Ali.”
“ Yazık oldu.”
“ Yazık oldu.”
İkisi de sandı ki; o güne dek, hiçbir kimse, hiçbir sözü böylesine yıkılmış, böylesine paramparça söylememişti.
Sarı Kenan ağıt oldu. Omuzları düştü. Ağır aksak yürüdü. Ufaldı. Ufaldı...Ali dedi ki kuşlara;
“Siz biliyorsunuz, Gugukkuşu biliyor. Sarı Kenan’da Ben söylemedim. Ben hiç kimseye hiçbir söz söylemedim. Ölsem de söylemezdim.”
Bu şehir bütün evleriyle yalnızdı artık. Bütün sesleriyle suskun. Sarhoş naralarında kayıptı sevdaları. Bunu kaldırımlar biliyordu; nasıl yaralı, nasıl çilekeşti. Bunu çocuklardan biliyordu; yalnızlık, yalnızlıktan başka nedir ki?
Akşam serinliği başlayınca unuttu olanları Ali.Koştu. Koştu. Koşarken kafasının içinde karıncalar dolaşmıyor, kötü yüzler görmüyor, kötü sözler duymuyor, sadece koşuyordu.
Ter içinde kaldı. Soluklandı. İçeri girdiğinde, Seyit Usta yerinden fırladı.
“ Ali ne bu halin yavrum?” diye telaş içinde sordu.
“ Hiç” dedi Ali.
Sesi mızrak gibi çıktı. Oturdu.
Seyit Usta üstelemedi. Çay söyledi. Bıraktığı saati yeniden eline aldı. Ali’yi unutmuş gibi hem konuşuyor, hem de saati tamir ediyordu.
“Bu çok eski bir saat. Guguklu’dan da eski. Belki benden bile çok çok eski. İnsan nasıl hastalanıp, yatağa düşünce bir dost sesi ararsa, saatler de öyledir. Sevgi dolu ellerin uzamasını beklerler, bozulunca. Dostlarıyla mutlu olurlar ancak. Bak nasıl, canlanıveriyorlar seni görünce. Nasıl mutlular birbirleriyle. Onların işi kolay mı sanıyorsun yoksa? Zordur Ali’m zor. Yüreği insanoğlununki gibi taştan değildir onların. Yıllar en çok onları eskitir, acıtır...”
Duvarlar çeşit çeşit saatlerle doluydu. Ali bir yandan Seyit Usta’yı dinliyor , bir yandan da Gugukkuşu’nu bekliyordu.
Dükkandaki her saat , zamanı belki de yılları ayrı ayrı gösteriyordu.Seyit Usta saatleri dost bellemişti. Gugukkuşu’nun öyküsünü anlattığından beri, Ali’nin yüreği onunla atar olmuştu.
“ Sakın satma onu” derdi Seyit Usta’ya.
“ O bensiz yaşayamaz. Bir gün gelmesem, ne yaparsan yap ötemez. Beni bekler. Ne zaman anlar geldiğimi, o zaman ötmeye başlar. Ben bir gün dünyanın bütün gugukkuşlarını toplayacağım. Kül rengi olanlarını, siyaha çalanlarını. Onların bacakları kısa, kanatları uzun, kuyruğu renkli olur, demiştin. Enine çizgileri olur, karınları beyaz, yondaları yumuşacık. Dişilerini, diğer kuşların yavrularını çalıp, yerine, kendi yavrularını koyanlarını. Ağaçta yaşayanlarını. Parlak mor parıltılar içindeki küçücüklerini de. Saati söylemekten kurtaracağım hepsini. Uçacaklar benimle. Sakın kimseye söyleme bunları.”
Seyit Usta kendi dünyasına dalmış, ara ara “ah” çekiyor, Ali ise Gugukkuşu’nun sesini duymak için sabırsızlanıyordu.
“ Gugukkuşu bak, Sarı Kenan ne hale geldi. Sana küsmedim. Ama Küçük Mustafa yakalandı. Bir daha yalan söyleme. Hadi öt, artık. Konuşmalıyız. Her şey düzelmeli. Hadi öt.”
Sarı Kenan eve geldiğinde babası yoktu. Burası ev de sayılmazdı ya . Her şey yolunda gitmiş olsaydı, bütün bunlar... Artık olan olmuştu. Darmadağınık evde gölge gibi dolaştı. Babasıyla karşılaşmadan kaçıp gitmeliydi. Gözleri sulandı. Bir an, küçücük bir an yetecekti onlara. Olanları yeni baştan düşünüyor, sonra elleri titremeye başlıyor, ayak seslerini duyuyor, adımlar çoğalıyor, gittikçe yaklaşıyor ve Küçük Mustafa tiz bir çığlık atıyor.
O andan sonra depremler oluyor, dünya yıkılıyordu. Oysa Sarı Kenan ateşler içinde hala soluk alıyor, yüreği nedense durmak bilmiyor, atıyor, atıyordu.
“ Yazık oldu” diye mırıldandı.
Olacakların hepsini en ince ayrıntısına dek planlamışlardı. Günlerce gecelerce konuşup, defalarca vazgeçip, sonra yeniden daha iyi olduğunu düşündükleri planlarla, Gugukkuşu’na yemin etmişlerdi. Sarı Kenan koştuğunu anımsıyor, o kaçtıkça dünya arkasından geliyor, tam bir el ensesinden tutup çekecekken, o yine koşuyor. Sokağın başında bekleyen Küçük Mustafa, “Kaç Sarı” diye bağırıyor, Sarı Kenan kendinden kaçar gibi kaçıyordu. İki gün iki gece böyle sürdü bu. Sonunda...
Dışarıdan bir ses geldi. Ürktü Aceleyle alacaklarını bir torbaya doldurdu. Babasının resmini göğsüne sıkıştırdı. Eve şöyle bir göz attı. Yüzü allak bullaktı.Arka sokaklardan gölgesine sokulur gibi aktı gitti. Yüreği tetikte.
Ali daha önce de acı çekmişti.Ama bu kez yüreğinden bir çiviyi zorla sökmüşler de, kanıyor ha kanıyor gibiydi. Bir türlü susturamıyordu içini. Seyit Usta da biliyordu, biliyordu ya, bütün bunların nedenini soramıyordu. O da duymuştu çünkü Gugukkuşu’nu .
“Neden” dedi Ali. Gugukkuşu dedi ki;
“ Ben zaten uçamazdım Ali. Sarı Kenan’ın babası ayağına kavuşamazdı. Küçük Mustafa gelenleri zamanında haber verse de. Sarı Kenan Altınkuş’u kaçırmayı becerebilse de. Küçük Mustafa yakalanıp, sorguya kalmasa da. Ben zaten uçamazdım Ali. Benim kanatlarım tahta. Nasıl canım sıkılır içerde, karanlıkta bilemezsin. Ama uçamazdım. Altınkuş da uçamazdı. Annenin yanına uçuramazdı seni. Sarı Kenan’ı da. Küçük Mustafa’yı da.”
Seyit Usta gözlüklerini indirip, Gugukkuşu’nun artık ötmediğini anlayıncaya kadar, sokaklar boşalmış, gölgeler uzamış, yaşam onları bir tavla zarı gibi fırlatıp atmış, Ali çoktan kırık zamanların peşine düşmüştü bile.
SOKAK DÜŞLERİ – 2
-Büyülü Kuş-
“ bunca ölü
ölümsüz
bunca diri
ölü”
Yannis RİTSOS
Cıvıl cıvıl bir gün, sıcacık ter ve rüzgar kokusu. Sokaklar ne çoktu bu şehirde. Kaldırımlar hep onlarla dolu. Üst üste yığılmış yazgılarında, çelimsiz bedenleri, titrek sesleri, küçücük ellerinde sakızlar, selpaklar, omuzlarında boya sandıkları, bakışlarında dipsiz kuyular. Dolaşıyorlar. Kimi arsız sinekler gibi, kimi sessiz kelebekler gibi, konacak bir yer arıyordu.
Ali günlerce yüzüne yapışmış kederli bir maskeyle dolaştı. Konuşmadı. Susamadı. Acıkmadı sanki. Yüreği yaralıydı. Kanatları kırılmıştı ve canı acımıyordu artık.
Küçük Mustafa üç gün süren sorgudan sessizce çıkmış, bir anda büyümüştü. Duvarlarda dolaşan karanlıktan, sesini duyuramadığı bu sağır insanlardan, daha çok da kendi içinde büyüyüp kök salan kokulardan korkuyor gibiydi.
İkisi de Altınkuş’un adını anmıyor, olayla ilgili en ufak bir söz etmiyordu. Aralarında görünmez duvarlar örmüşlerdi. Birbirlerinin gözlerinde yakaladıkları acıyla karşılaşmamak için, bakışlarını kaçırıyorlardı.
Ali Küçük Mustafa’ya Gugukkuşu’nun anlattıklarını söyleyemedi. Küçük Mustafa da o gece olanları, karakolda geçirdiği geceleri bir iki cümleyle geçiştirdi. Sabahtan akşama kadar meydanda, boya sandıklarının başında oturuyor, gerekmedikçe konuşmuyor, hatta soluk bile almıyordu. Yalnız gözleri Sarı Kenan’a benzeyen birini seçerse, yürekleri titriyor, günler uzadıkça uzuyor, her seferinde umutları suya düşüyordu. Sarı Kenan’dan gelecek olan en ufak bir haberi, izi kaçırmamak için kulak kesilmişlerdi.
Ali sonunda dayanamadı.
“Onu bulmalıyız.” diye sayıkladı.
“Nasıl?” dedi Küçük Mustafa.
“Bilmiyorum.” dedi Ali.
“Olanları yeniden anlat. Sana inandılar yani. Suçlu olsan bırakmazlardı. O zaman, o da suçsuz. Hem bu hırsızlık sayılmaz ki.”
“Sayılır.” dedi Küçük Mustafa.
“Çocuk olduğumuz için bıraktılar olayın peşini. Onlar Altınkuş’u bilmiyorlar. Kuyumcunun altınlarını çalacağımızı sandılar. Üstelik Sarı Kenan’ı gördüler kaçarken.”
Sustular. Az sonra Ali bağırmaya başladı.
“Biri bilgi sızdırdı aramızdan. Anahtarı çalmayı başarmıştık. O saatte hiçbir polis dolaşmaz oralarda. Nasıl geldiler birden bire! Tam Sarı Kenan içeri girecekken.”
“Bizi dükkanın önünde görüyorlarmış zaten. Ahmet Ağbi de söylemiş; gelip saatlerce vitrinin önünde dikiliyorlardı, hepsi de iyi çocuklardır ama ne zamandır bir gariplik vardı bunlarda, bir hatadır, yaptılar işte, demiş. Yoksa...”
“Yoksa ne?”
Bu sefer Küçük Mustafa bağırmaya başladı.
“Hep senin o yalanların yüzünden. Sen hem zır delisin, hem de yalancısın. Yakalanan benim. Utanmasan ispiyonculukla suçlayacaksın. Seyit Usta’da deli. Seni bu hale o getirdi. Hiç kuş konuşur mu be!”
Küçük Mustafa bunu söyler söylemez dondu. İnandığı bir yemini bozmuş gibi korkuyla titremeye başladı. Bu sözlerin ağzından nasıl çıktığına kendi bile inanamadı. Ali de donup kaldı.Taş kesilmiş yüzünde, acı, korku, anlamsızlık, bomboşluk vardı. Küçük Mustafa ağlamaya başladı. Ağladıkça tıkanıyor, yüzü buruşuyor, gözlerinden boşalan yaşlar durmak bilmiyordu. Hırıltıya benzer bir sesle “öyle demek istemedim, öyle demek istemedim” diye yenileyip duruyordu.
Ali, Küçük Mustafa’yı öylece bıraktı. Akşama kadar sokaklarda ağır ağır yürüdü. Annesine yeniden kavuşamayacağını, Sarı Kenan’ın babasının hiçbir zaman koşamayacağını, Küçük Mustafa’nın hep küçük kalacağını düşündükçe, şu koskoca dünyayı avuçlarının içinde sıkmak, un ufak etmek geliyordu içinden. Sonunda dayanamadı. Altınkuş’u görmeye gitti. Vitrinin önünde dikildi. Gözlerini Altınkuş’un gözlerine dikti. Ondaki büyüyü, çevresindeki ışığı yeniden gördü. İçinden sular aktı... aktı... Biraz okşayabilseydi onu. Kanatlanacak, Ali’nin omzuna konup “cik cik” ötecek. Ali olanları anlatacak. O anda bütün kuşlar çevresini saracak. Gugukkuşu Ali’ye “sana söylemiştim, Altınkuş büyülü” diyecek. Hep beraber uçacaklar... uçacaklar... sonra...
Ali Altınkuş’u gördüğü andan beri biliyordu, büyülü olduğunu. Onun çocuk yüreği yaşamı kabullenmekte öylesine zorlanıyordu ki, sokakların acımasız kollarından sıyrılıp, düşleriyle avunabiliyordu ancak. Kocaman kara gözleri Altınkuş’u görür görmez, yüreği deli gibi atmaya başlıyordu. Bütün kuşların yorgun sevdalısı yüreği...
Ali’nin bildiği ve onun bildiğini Sarı Kenan ve Küçük Mustafa dışında hiç kimsenin bilmediği bu gizli dünyanın anahtarıydı Altınkuş. Gugukkuşu söylemişti bir gün Seyit Usta’da duymuştu bunu:
“ Eğer ona inanırsanız, birlikte uçacağız. Altınkuş hepinizin en çok istediği dileğini gerçekleştirecek” demişti.
Ali artık bütün kuşlara dargındı. Gugukkuşu zamanın yalancı bir sesi, Altınkuş ise vitrinin arkasında kıpırtısız,
ölü bir sokak düşüydü.
Duyduğu ayak sesinin nereden geldiğini anlamak için korkuyla çevresine bakındı. Bir gölgenin yaklaştığını gördü. Tam kaçacakken tanıdık bir sesle çınladı kulakları. Sarı Kenan iyice yaklaşınca inandı o olduğuna. Sevinçle sarıldılar. Vitrinin önünde biraz daha dikilip, sonra ıslık çalarak sokakların tanıdık karanlığında yürümeye başladılar.
Sabaha kadar dalgaların sesini dinleyerek kayaların üstünde oturdular. Sarı Kenan zayıflamış, yüzü iyice uzamıştı. Ali bir solukta her şeyi anlatmış, Küçük Mustafa’yı, Seyit Usta’yı, Ahmet Ağbi’yi kötüleyip durmuş, Sarı Kenan’ın kahramanlığını, korkusuzluğunu destanlaştırmıştı. Anlattıkça söylediklerine kendi de inanıyor, Sarı Kenan da bütün dünyanın onlardan haberi olduğunu, herkesin onu konuştuğunu, bilinç ve bilinçaltı bocalamalarla geçirdiği zor günleri unutarak hayretle dinliyordu. Az sonra bir düşten daha uyanacağını bildiği halde.
Ali soluk soluğa kalmış, Sarı Kenkalmış, Sarı Kennyasına çekilmişken kendine geldi. Gemisi batan bir kaptan ya da kalelerini düşmana teslim eden bir komutan oldu. Mağrur, sadece kendine yenik. Yüzü değişti, sesi kederlendi, Sarı Kenan kıpırtısız, dikkatle bekliyordu.
“ Altınkuş’un büyüsü bozuldu” dedi Ali.
“ Onu almayı deneyip, başaramadığımız için. Gugukkuşu dedi ki; artık ben uçamam, seni de uçuramam . Sarı Kenan’ı da. Küçük Mustafa’yı da.”
“Yazık oldu.”
“Yazık oldu.”
Dipdiriydi mavi. Güneş dağların arkasından ilk ışıklarını salıverdi. Ağaçlar kıpırdamaya, martılar uyanmaya başladılar. Uzun bir türkü söylüyordu dalgaların çoğalttığı köpükler. Beyaz... bembeyaz. Bir fotoğraf kadar kıpırtısızdı yüzleri; derin, herhangi bir anın içinde çerçevelenmiş, bekletilmiş ve sessiz. Bir fotoğraf kadardılar; davetkar, yorgun ve uzak renklerle aydınlatılmış.
27 Şubat 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder