BİR CAVİDAN
“Belki de öyle beyaz ki ,alışmış görünmezliğe.”
Edip CANSEVER
Nasıl bir aşkın acısıydı o?
Ekrem’le birlikte yaşamak niyetine az ötemizde söylenen anlamsız bir şarkıya içimiz acıyarak katılıp, kendimizden geçene dek içmiştik. Alsancak’da yağlı bir karanlık, sokaklardan, terkedilmişliklerden, ter ve içki kokularından süzüle süzüle insanların yüzlerini allak bullak ederek akıyordu bize doğru.
Oturduğumuz birahanenin loş ışığında yüzyıllık dostum alnında çoğalan kırışıklıklar, göz çukurlarında kaybolan ışıltılar, büzülüp gerginleşen, kasılıp gevşeyen yüz hatlarıyla seçebildiğim gençliğimle kol kola uzaklaşıyordu benden. Seslendikçe duyuramıyordum ona sesimi. Bilincim yerinde olmalıydı ki; onu dinlerken yıllardır karşıma onun Yasemin’i sevdiği kadar sevebileceğim bir kadın çıkmadı diye, içim cız ediyordu. Çıkmazdı tabii... Hep temkinli, hep önce alan sonra veren olmuştum yaşamım boyunca. Hiçbir kadın için, Ekrem’in karşımda tıkanarak ağlayışı kadar büyük bir sarsıntı geçirmemiştim. Sevmiş, sevilmiş miydim? Yaşamış mıydım? Annemin kokusunu yıllar önce alıp götüren rüzgara boyun eğerek, tüm çiçeklerimi kökünden söküp düşlerimi, beklentilerimi serptiğim bahçemi darmadağın etmemiş miydim? Yaşamımı bir oyun masasına dönüştürüp kazandıklarımla avunmaya çalışsam da içimdeki korkunç ses, gerçeği söylemeye başlayınca yumruğumu sıkıp, yüreğimi ta kökünden sökesim geliyordu bazen. Gerçekten, hiçbir insanı tam olarak kazanamadım, hiçbir kadını delice sevemedim, kıskanamadım bile kimsenin mutluluğunu. Her sabah aynı şekilde tıraş olup, aynı kokuyu sürüp, aynı sözler, aynı bakışlar arsında dolaşa dolaşa , yaşlandım . Neden şimdi Ekrem’e ekşi bir tatla hem acıyorum, hem de yerinde olabilmeyi istiyorum, bu sarhoşluk, bu bilinçaltı gelgitleriyle.
Ne zaman kalktık? Ne zaman ödedik hesabı? Ne zaman gri sisler arasında koptu gitti Ekrem? Ne zaman yürüdüm bunca yolu? Yaşamımı ikiye bölüp bambaşka bir sayfa açan o olaya doğru nasıl kurulu bir oyuncak gibi beklentisizce yaklaştım, yaklaştım... Hem nasıl oldu da bu kadar hızla okudum o satırları? Hiçbir zaman olmadığım kadar mutlu ve güvende bıraktım bir parçamı oralarda. O kokular, o sesler, o bakışlar, o bambaşka yaşamlar arasında, eriyip, pıhtılaşarak...
Gece epeyce ilerlemişti. Dilsiz karanlıkta bir adam karşı kaldırımdan Alsancak Garı’na doğru yalpalanarak yürüyordu.Bir taksiye işaret edip, caddenin diğer yanında taksinin yavaşladığı yöne doğru hızlanmaya çalışırken, beyaz spor bir araba aniden belirdi. Adam arabayı, arabanın şoförü de adamı seçene kadar geçen o kısacık andan geriye, kaldırıma doğru sürüklenmiş bir yaralı, ne yapacağını bilemez korku ve şaşkınlıkla donup kalmış bir taksi şoförü ve hızla uzaklaşan beyaz spor arabanın azalan sesi kaldı.
Etrafta kimsecikler yoktu. Taksi şoförü şaşkınlığını atlattıktan sonra aceleyle yaralının yanına doğru koştu. Adamı baygın görünce içinde korku salındı. Ne yapacağını bilemedi. Bırakıp gitse, nasıl olsa yoldan geçen başkaları ya da polisler onu görecek, gerekeni yapacaklardı.Başını derde sokmanın ne anlamı vardı? En iyisi kaçıp gitmekti. Polise gitse olay onun üstüne kalabilirdi. Karar veremiyor, alnı boncuk boncuk terliyor, kendi kendine konuşurken adamın bir heykel gibi beyazlaşmış yüzünde ona yol gösterecek bir iz arıyordu.
Sonunda koca baygın gövdeyi güçlükle kucakladı. Taksiye kadar taşıdı. Adamı arka koltuğa yatırdı. Olay yerinden hızla uzaklaştı.
Uyandığımda bir bayram şenliğinin gürültüsü içindeymişim gibi her yerden garip sesler geliyordu. İlk anlamaya çalıştığım nerede olduğum ve gecenin devamını nasıl geçirdiğim oldu. Üzerime doğru gelen arabanın kısa bir süre sonra bana çarptığını anladığım anda duyduğum acıyla birlikte yitirmiştim bilincimi.
Alt kısımları elle işlenmiş, çiçek desenleriyle dolu açık yeşil perdeleri çekilmiş bir pencerenin önünde, tek kişilik kanepede ve temiz bir yatakta sırtüstü yatarak görebildiğim kadarıyla incelemeye çalışıyordum çevremi. Köşede duran kömür sobası ve üzeri menekşelerle dolu bir masa vardı. Baca girişinin çevresi oldukça isli, koyu sarı boyanmış duvarlar oldukça kirli ve bakımsızdı. Neden menekşeler pencere kenarında değildi? Bu küçük ve tavanı oldukça basık odayı duvarlara gelişigüzel asılmış fotoğraflar, raflı dolaplar, dolapların kırık kapaklarından görünen ıvır zıvırlar iyice boğuyordu...Tüm sokak odanın içindeymişçesine aralıksız süren konuşmalar, bağrışmalar...
Başımın ağrısıyla geçirdiğim kazaya geri döndüm. Bedenimin ağrıyan yanını keşfetmeye, hissetmediğim bir yerim var mı diye anlamaya çalıştım. Neredeydim? İçimdeki merak duygusu sonunu bilmediğim bu oyuna başlamanın heyecanını perçinliyordu. Yabancı olduğum bu yerde ilk kez karşılaşacağım bir insan yüzünü bu heyecanla karışık, göz kapaklarımdaki ağırlığı kaldırmaya, bedenime güç vermeye çalışarak yarım saate yakın bir zaman daha beklemiş olmalıyım.
Odaya doğru yaklaşan terlik sesi, kapının açılışı ve onun içeriye girişiyle daha önce hiç yüzmediğim bir denizin maviliğine açılmış, içimde serinliğini duyumsadığım her yanımı saran çiçek kokusuna ve renklerine bürünüvermiştim. Başımın döndüğünü hissettim. Bu anı daha sonra defalarca yeniden düşünüp, yaşamam bütün bunların nedenini anlayabilmemi sağlayamadı. Ama bedenime saplanmış bir bıçakla acı duymadan yaşamayı başarabilmem, Ekrem’i anlamamda yardımcı oldu.
Uyuduğumu sandığını anlayıp, istifimi bozmadım. Yüzüme uzun uzun baktığını hissediyordum. Bir ara kuşkusuz ateşim olup olmadığını anlamak için yumuşacık bir el alnıma yapıştı. Sonra aceleyle perdeleri çekti. Fısıldayarak menekşelerle konuştu.
İçerden cırtlak sesli bir adamın “ Cavidan” diye seslenişi camların kırılıp buz gibi odaya dağılmasına benzer bir etki yarattı.
“ Cavidan’ın batsın” diye dişlerini sıkarak, mırıldanıp çıktı.
Adı Cavidan’dı demek ki... Yirmi beş yaşlarında, bakışları gölgeli (sanırım bunu sonradan kurgulamıştım), saçları koyu kumral, yürüyüşü incecik bir Cavidan. Ve aynı Cavidan’ın sonradan keşfedeceğim, çıkartabileceği en fazla sesi çıkartarak çiğnediği sakızla, “e” leri yayarak ve hep aceleyle konuşan, sıkıntıyla ısırılan, parlasın diye hep ıslatılan iri dudakları...
Sanki yoktum. Bir filmin içine düşüvermiştim. Sahneyi nasıl, nerede terk edeceğini bilmeyen bir oyuncuydum. Konuşmaya başlasam sesim çıkmayacak, kıpırdamaya çalışsam yattığım yerden hiçbir zaman kalkamayacak gibiydim.
Bu çingene mahallesi bende bütün renkleri ve sesleriyle kök salıp durdu.
Cavidan bardak, çanak, duvarlara asılmış kırık dökük tencere, tava arasından bir gülüşüyle taşıyor. Ömer evin önünde teybin sesini sonuna kadar açarak saatlerce taksisini yıkayıp, temizliyor. Kırım kırım kırıtan kızlara caka satmak için Cavidan’a gerekli gereksiz bağırıp, çağırıyor. Birileri gelip, birileri gidiyor. Cavidan abartılı kahkahalar atan kadınlarla kaldırımda otururken muhabbetlerini bozan, ikide bir eteğini çekiştiren ve her nasılsa ondan çıkmış bir çocuğun kapkara yanaklarına bir iki tokat atıyor.
Beni görür görmez aynı Cavidan; bu kayboluşlar, bu arayışlar arasından bir anda sıyrılıp, varlığımı kabullenmiş ama gidecek olmamı kınayan bir tebessümle, boşluğa tutunurcasına donup kalıyor. Sonra alaycı bir edayla;
“ Ne o, beyimiz sağlığına kavuştu galiba?” ya da “ Taze çaydan, beyimiz içer mi acaba?” gibi laflar ediyordu.
Çok kısa süren bu zorunlu paylaşım süresince onu nasıl böylesine tanımış ve sevmiş olduğuma ben bile inanamadım. On yedisinde kaçtığı kocasından on sekizinde bir çocuğu olmuş, kocası düğünlerde çalgıcılık yapmaya başlamış sonra bir şırfıntının peşine takılıp kayıplara karışmış... Cavidan da tıpkı gittiği günkü gibi aynı uzun kirpikler arasından süzülen, aynı koyu, demli bakışlarına inatçı vurdumduymazlığını giydirerek baba evine dönmüş..
Onlarını bırakıp kaçtığından beri haber alamadıkları, kayıp bir anne... Günlerce ortadan kaybolup sonra eve hep sabaha karşı, sarhoş gelen bir baba...
Evde sinek vızıltısı gibi dolaşıp duran yeğeni ve kardeşlerine yetemediğini söyleyip duran Ömer, kardeşi Cavidan’ı açık açık hor görürdü. O ise bir avuç su gibi, evdeki kavga gürültü arasından yol bulup sızmaya çalışırdı bana doğru.
“Sen bunlara aldırma, ne yapalım işte biz de buyuz...” der gibi kaçacak, gizlenecek bir yer arardı yüzümde. Bulamazdı.
Ayrılırken yakama taktığı karanfil kurudu. Kokusu avuçlarımda saplandı, kaldı.
GECEYE SARKAN GÜNEŞ
“Eğer bende duracak olsaydı onu hiç bu denli sever miydim?”
Andre GİDE
Neden hep böyle düşünürüm onu?... Beyaz çiçekleri olan, açık mavi elbisesinin geniş yakası omzuna doğru kaymış, buğday teninden nemli kokusu tüterken... O canımın parçası siyah saçlarını biraz dağınıkça toplamış, elinde çay tepsisiyle...
Neler anlatıyor? Komşumuz Fahri Beylerin sünneti olacakmış... Karısı da pek sessiz, pek iyi bir kadıncağızmış... Ne takmalıymışız çocuğa?... Ev sahibimiz geçenlerde hastanelik olmuştu ya, hani sokağın başındaki, o güzel iki katlı Rum evinde oturan zengin dulumuz Gülizar Hanım... Taburcu olmuş, ziyaretine gitmemiz gerekirmiş...Eski bir gömlek ve kazak karşılığında sıkı pazarlıklar sonunda öyle ucuza almış ki, şu koca kovayla, iki leğeni...Nasıl da seviniyor...
Belki o sadece susuyor. İri elmacık kemikleri, uçuk pembe, incecik dudakları, sisli bakışlar giyinmiş gözleri, üzüm salkımı elleri... O sadece öylece oturuyor. Nerde olduğunu hiç bilmez, anlamaz gibi. Konuşturan benim onu. Sesi yabancı, uçurumlu kıyılardan esiyor.
Günün en çaresiz, en geçmez saatleri bunlardır. Pasaport’da otururum. Kızıl, kıpkızıl güneş, serinleyen maviden kopmak istemezcesine nazlana nazlana süzülür dağların ardına. Gitmesin isterim. Birden bire biter sanki gün. Azalırım. Eskirim. Martılar çıldırır, rüzgar grileşir. Maykıl o küçücük bedeniyle pin pon topu gibi oradan oraya koşturur. Maykıl cücedir ama bunca uzun boyludan daha yararlıdır. Bir bakarım akşam serinliğini azaltmaya yarayacak mangalları tütsüler, masaların çevresine yerleştirir. Bir bakarım, boş bardakları toplarken, trafiğe takılan arabalara saldıran sokak çocuklarıyla dalaşır, her şeyin yolunda olduğu bir aralık bulunca da bana laf atar:
“Ne o Şevket Ağbi, şair gibi daldın gittin yine guruba. Anladık kara sevdaya tutuldun sen.”
“ Konuşma fazla da bir orta çekiver bana, telvesi bol olsun, karışmam.”
“ Ayıpsın Ağbi.”
Şu gelip geçen insanlarda onu görürüm. Herkes ondan kopmuş bir parçadır. El ele tutuşan yaşlı çiftin peşine takılırım gözden yitirine dek. Nasıl uydurmuşlar adımlarını birbirlerine... Gözlerindeki her bakış, yüzlerindeki her kırışık aynı. Dinlenip, hızlanarak geçip, giderler. Sanki biri kaybolsa, diğeri şehrin ortasında yapayalnız, acıdan ölüverecekmiş gibi sımsıkı dolaşıp, karışmışlar birbirlerine. Sonra evrak çantalı, gözlüklü esmer bir adam, hızlı hızlı ve başını hiç yolundan çevirmeden durağa yaklaşırken duraktaki otobüs kendi otobüsü bile olsa, adımlarının temposunu bozmaz. Kaçırdığı sadece bir otobüs değildir oysa. Bir grup gencin bağıra çağıra takım sloganı attığı duyulur. Bizim arka masalardan nargileci Emin Amca gençleri görür görmez fokurdanır:
“Şunlara bak hele. Soytarı gibi giyinmişler. Saçlara bak. Kız mı erkek mi belli değil.Yakışıyor mu hiç?”
Yanında duran Rasim Dede kafa sallar. Ben Rasim Dede’yi görmesem de yüzüne eskileri yad eden mum ışığı gülüşünü yayıp, yarı baygın kafa salladığını anlarım.
Yaşamın kendisi değil seslere bölünmüş gölgesi akar durur... Aynı anın içine sıkışmış gömeçler gibi yazgılarıyla insanlar, gülüşler, koşuşlar, duruşlar, bakışlar giyinip dolanır bu gölgenin çevresinde... Hevesler, vazgeçişler, beklenenler, bekletenler, arananlar, arayanlar... Aynı rüzgara, aynı boş vermişlikle kapılır, gideriz...
Beklediğim anın gittikçe yaklaştığını, Ali ile Cemil’in tavla seanslarının bitişinden anlarım. Yenen de yenilen de hırsla aşağılar diğerini. Ali, omuzlarına attığı paltosuyla, bir omzunu düşürerek önden çıkar, Cemil elinde tespihi düşünceli düşünceli takip eder onu. Bir baltaya sap olma kaygıları yoktur, hiç olmamıştır. Beni görünce sevinir, iyi akşamlar dileyip, ayaküstü her akşam aynı lafları eder, dağılırlar geceye. Ya kumara ya da ucuz serüvenlere... Hiç ayrılmazlar.
Onların ardından içimi öyle tarifsiz bir heyecan sarar ki, sormayın. Son sigaramı kendime eziyet ederek, ağır ağır içerim. Sanki acelem yoktur. Sanki ona yaklaştığım bu anlar da diğerleri gibi sıradandır. Gittikçe yüreğimin atışları hızlanır, elimi ayağımı ter basar. Az sonra, evet, az sonra...
Zor iştir bizimkisi. Taksi şoförü olmak, geceyi, koynunda uyumaktan bıkmayacağın, asıl sevgiliyi sever gibi sevmeyi gerektirir. Sarhoşundan, iti, kopuğuna kadar her çeşit insana sırdaşızdır biz. Damara göre şerbet vermeyi bileceksin. Kavgaya katıldın mı, yorum yaparken ince hesapları göz ardı edip kendini kaptırdın mı, işin iş. Ya hapishane, ya tımarhane... İyisi mi, tek derdin direksiyonla olacak... Bir de...bir de...
Mualla, Basmane’de “S...Pub” da çalışır. Daha önce çalıştığı yerden pek memnun değildi. Şimdi iyi para alıyor olmalı.Onu her akşam gece yarısından sonra alırım. Bazen gecikir. Ama ben hiç gecikmem. Yalnız bir kere izledim onu sahnedeyken. Bir daha da yüreğim elvermedi. Bir çiçeğin tazecikken solmasına nasıl elverir insanın yüreği...
Mor ışıklar, sisler, esrara bulaşmış yaşamlar arasında takma kirpikleri, boyaları, daracık, parlak ve dekolte elbisesi ile görünce nasıl sakladığını anladım içindeki sevgiyi. Zoraki gülümsemesi, yaşama eyvallah diyen bakışları altında uyuttuğu güzelliğini, o zaman daha yakından gördüm. Çarpıldım. Nasıl da beyaz, bütün renklerden arınmış o uysal renk.
Aceleyle makyajını siler. Üzerine sinen içki, sigara ve kirlenmişlik kokusunu teninden bir kat gibi soyar, kendi giysilerini; uzun siyah eteğinin üzerine bol bir kazak, rengi atmış gri mantosu ve düz ayakkabılarını giyer, aceleyle başörtüsünü takarak sıyrılır Necla’dan.
Çok az konuşuruz yol boyunca. Onu alıp, İkiçeşmelik’te daracık bir ara sokaktaki beyaz badanalı eğri balkonlu, küçük pencereli evine bırakmak, yaşamımın en önemli görevidir. Ben bu göreve her zaman taksimi günün atıklarından temizleyip, kendimi tüm insanca pisliklerimden arındırarak titizlikle hazırlanırım.
Bulduğum anda bırakır, bıraktığım anda özlerim onu. O kutsal yol boyunca sadece benimdir. Kimse bozamaz suskunluğumuzu... Huzurla yerleşir koltuğa. Oturur oturmaz sessizce “ oh be” der. Sigara yakar. İncecik parmaklarının arasından, incecik dudaklarına uzatıp, üflediği, içine çekip ferahladığı ben olurum. Pencereyi aralar. Yüzüne çarpan, saçlarını okşayan, kucaklayıp bırakan rüzgar olurum. Yarı düşte, yarı gerçek bakındığı evler, caddeler, ışıklar olurum. Kayar gider altımızdan dünya, tekerleri yüreğimi ezer taksinin...
Bütün gün kurduğum düşler, planladığım sözler uçar gider usumdan.
“ Mualla” derim. “ Gitsek buralardan. Sen de beni seviyorsun, biliyorum. Sevmesen de zamanla seversin.Bir dediğini iki etmem. Sen buraların kadını değilsin. Vallahi değilsin...Neden Mualla? Neden düştün buralara, bu kurtların arasına? Tut elimi, tut ki beni de, kendini de kurtar...”
Mualla susar. Mualla bakar. Mualla “ah” çeker. Mualla nefes alır. Mualla şarkı söyler. O, bütün bunları yapması gerektiği için yapar. O yaşamaz. O gülmez. O ağlamaz. Başkaları yaşar. Başkaları güler, ağlar onun yerine. Yaşam bedenine çarpıp kaskatı geri döner. Ben onun çevresini saran duvarlara çarpıp, dağılarak geri dönerim kendime.
Mualla “Bırak beni” der. “Gençsin, yakışıklısın. Delikanlı adamsın. Yüreğin pek yufka. Bırakmazlar peşimi. Bela olurum sana. Hem ben mutluyum. Acınacak halde değilim.Senin namus safsatalarına ihtiyacım yok. Ne sevgisi, ne aşkı be!..Bizden geçti onlar. Hadi bak keyfine!...”
Şimdi her gece yaşamın önünde diz çöküp, yine telaşla kapıdan çıkışını bekliyorum.Onun yerine kürklü, bol makyajlı, incecik topuklu ayakkabılar üzerinde sallanan, kısacık etekli kadınlar, cırtlak kahkahalar atarak, kollarına taktıkları pos bıyıklı erkeklerle dağılıyor gecenin karanlığına.
Her yerde arıyorum izini, içimde ve dışımda. Komşumuz Fahri Beyler taşındılar. Ev sahibimiz Gülizar Hanım öldü. Eskiciye satacak hiçbir avuntum kalmadı. Mualla yok. Mualla var.
IHLAMUR KOKUSU
“Bu kararsızlık ölümün büyüleyici çağrısına kapılan kişinin baş dönmesi geçirdiği andır.”
Octavio PAZ
Güneşin bahar sevincini bölüşüyor , pencerede sırtı dönük oturan begonyalar. Daracık loş merdivenlerden, onunla karşılaşma heyecanıyla inip çıkıyorum hala. Anılarımdan silemediğim o ıhlamur kokusu, çarpıyor bekar evimin soğuk duvarlarına.Renkler dökülüyor yalnızlığımın gölgesine.Gece ve sessizlik akıyor yıllarca. Begonyalar eskiyor.
Uzun, yorucu bir yolculuktan sonra yıllar öncede bırakılmış bu şehre geldim, gençliğimden. İçime çöken yabancılık duygusuyla bu farklı dünyanın insanlarında bana yol gösterecek bir iz arayarak yürüdüm. Caddenin iki yanı banka, mobilya, beyaz eşya, kitapçı gibi modern dükkanlarla dolu olsa da eskimiş bir yüzü vardı binaların. Belki bu eskimişlik binalardan değil de insanlardan yansıyordu. Konuşmadan yürüyen kadınların çoğu ya kara çarşaflı, ya türbanlı ya da baş örtülüydü. Onların önlerinde yürüyen adamlar bu kadınlardan bıkmışçasına asık yüzlüydü ve üstün olduklarını kanıtlamak istercesine kendilerinden emin tavırlar takınmıştı. Okula giden neşeli kızlı erkekli gruplar halinde göze çarpan gençler de vardı, yürüyüşlerinden konuşmalarına kadar arabesk kültürünün her türüne batıp çıkmış, üçerli beşerli dolaşan mahalle delikanlıları da.
Yeni yeni uyanan şehrin uyku mahmurluğunda dağılan sesler sessizliğin yankısıydı sanki ve tüm bu akışa rağmen zaman yavaşlamış gibiydi. Caddenin kıyısında tarihi bir hamamın kubbeleri, Osmanlı gururuyla seyrediyordu zamanın yavaşlayışını. Yapılacak işleri biraz daha erteleyerek hamamın bulunduğu köşeden bir ara sokağa saptım.
İnsanlar birden bire yok oldu. Gün ışığını kesen iki katlı pervazları çiçek dolu, tarih kokan ahşap evlerin bulunduğu dar sokakları geçtikten sonra insanlarla birlikte, meyve sebze tezgahları, baharat kokularıyla esrikleşmiş canlı hayvandan, ayakkabı, giysi, kumaş ve bakliyata kadar ne aransa bulunabilecek bir çarşı çıkıverdi karşıma. O günden sonra hep sevdim panayır havası taşıyan ve insanların tüm dertlerini unutup, dertleri karşılığında ihtiyaçları olan kaygısızlığı satın aldığı bu çarşı pazarları.
Dükkanların önlerinde ya da tezgahların başında lafa dalmış esnaf, alıcı değil de yabancı olduğumu hemen anlıyor, bazısı meraklı gözlerle bakarken, bazısı yolumu kaybettim sanarak yardımcı olmaya çalışıyordu. Dert verip, karşılığında kısa süreli bir kaygısızlık satın almak için başka bir zaman yeniden gelmek üzere, bambaşka sokaklara dalıp ana caddeye çıktım.
Bir çay bahçesi buldum. Berbat bir çay içtim. Garson sorduğum tüm yerleri, yardımcı olmanın verdiği iyimserlikle bıkmadan tarif etti. İlk iş olarak göreve başlamam gerekiyordu. Yaşamımın bir dönemini bitirip, yeni bir dönemini başlatacak olan öğretmenlik mesleğine caddenin en heybetli binasının merdivenlerini çıkarak, acemi bir heyecanla yaklaştım.
Ayrılığın neler götürüp, neler getireceğinin hesabını yapamaz durumdaydım. Geriye dönünce bıraktığım yerde bulamazdım artık, ne kendimi ne insanlarımı. Zamanın eli değince dostluklara, sevdalara, görünmeyen ancak hissedilebilir izi kalır dokunduğu her yerde. Bir bavula sığdırılmış geçmişinle yürürsün. Çocukluğun azalmaz sadece.
Bekleyiş. Gözetleniyorsun. Ama kim, neden yapıyor bunu? Salaş bir otele benzeyen öğretmenevinin bahçesinde saatlerce oturup, Budala’yı okuyorum. Çevremde benim gibi yeni göreve başlayanlar çoğalıyor. Bu zorunlu paylaşım bitecek ve okullarımıza dağılacağız... Yaşam ve insanlar romanlardakinden ne kadar farklı .
Müziğin gücünü keşfediyorum. Kemanlar arasından sızıyor güneş. Kederli bir gökyüzü denize dokunuyor piyano tuşlarında. Birden coşan melodi renge boyuyor suskunluğu. Yıllarca okunan bir şiir bir anda bambaşka bir şiir olup, yaşamın depremiyle sarsıyor yüreğimi. Dalıp çıkıyorum, durduğunu sandığım zamanın derinlerine. Kapımı çalıyorum ve kalkıp açmıyorum.
Şehirden ilçeye, ilçeden köye olan yolculuğum sırasında taksi şoförü Ali’ye uzun zamandır böyle sohbet ettiğim ilk kişi olma ayrıcalığını tanıyorum. Sesinde sigara kalıntısı bir kısıklıkla anlatıp duruyor. Çevreyi tanıtıyor.
“ Buranın halkı pek sevmez okumayı” diyor.
“Cahillik işte, oysa iyidir, okumak. Ben okutucam oğlumu. Yeter ki o okusun.”
“ Tek çocuğun mu var?”
“ Yo... İki de kızım var”
“ Kızlar okumuyor mu?”
“ Onların okuması şart değil”
Söz istemediği yöne akınca, konu değiştirmek için;
“ Köyde mi kalacan, yoksa ilçede mi?” diye soruyor.
“ Bilmiyorum” diyorum. “ Duruma göre.”
Dağların eteklerine saçılmış tarlalar gözden kayboluyor. Bir uçurum kıyısından tırmanıyor yol dağların göğsüne. Epeyce yükseliyoruz kıvrıla kıvrıla aktıkça yol. Beklenmedik bir anda düzlüğe varıyoruz. Yemyeşil bir dağ içi ovası uzanıyor alabildiğine. Ve tarlalar başlıyor.
“ İşte geldik” diyor Ali.
Kazlar kaçışıyor korkuyla. Ve eli öpülesi köy evleri yaşlı gözlerini kısarak seyrediyor gelişimizi. Okul niyetine dikilmiş binaya vardığımızda perişan görünüşüne öylece bakakalıyorum.
“ Hoca işin uzun değilse beklerim. Vasıta bulamazsın dönüşte.”
“ İyi olur.”
Okulda kimseler yok. Bir tekmeyle açılacak tahta kapısı kilitli. Bir anda çocuklar sarıveriyor çevremizi. Gülüşerek müdürün evini gösteriyorlar. Bahçe kapısından çıkınca sağ çaprazda kalan, ikinci katının beton sütunları yarıya kadar çıkılmış, tuğlaları çıplak, çatısız bir ev.
Kapıyı açan on yaşlarındaki esmer kız çocuğu, bir söz söylemeden baktıktan sonra içeri koşup babasını çağırıyor. Okul müdürüne kısaca durumu anlatıyorum, içeriye davet ediliyoruz. Sonradan köy evlerine özgü olduğunu anladığım o koku çarpıyor yüzüme.
Küçük bir oda. Yastıkları işlemeli, oturunca çöken yaylı iki divan, dolap kapaklarından biri kırık olan televizyon sehpası ve renkleri çok parlak, sesi boğuk bir televizyon, kapı girişinde bir kömür sobası. Yerlerde kırık dökük oyuncaklar, karşı duvarda bir Kabe resmi ve kapı üstünde Arapça besmele asılı. Televizyonu kapatıp, hal hatır soruyor müdür. Ali’yle ortak bir tanışıkları olup olmadığını araştırıyorlar karşılıklı. Bir türlü çıkmıyor böyle biri. İyice kelleşmiş, yumurta biçimli kafası , geniş alnı ve iri gaga burnuyla çirkin bir adam müdür. Sabitleşmiş bakışlarla yavaş yavaş konuşuyor. Odaya girip çıkarak önce önümüze sehpa yerleştiren sonra hiç başını kaldırmadan çayları bir tepsiyle bu sehpaya bırakan eşine hiç bakamıyorum. İlçeye kendi arabalarıyla gidiş geliş yapan üç öğretmen olduğunu duyunca ilçede kalmaya karar veriyorum. İçime garip bir sıkıntı saplanıyor. Sözcükleri arıyorum, bulamıyorum. Bir an önce bu kokudan, bu evden çıkıp, ovayı koşa koşa geçip uçurum kıyısında avazım çıkana kadar bağırmak istiyorum. Evraklarımı bırakıyorum. Ali’yi çok daha yakın buluyorum kendime . Ben bu işlerden anlamam dercesine, boş gözlerle bir bana bir müdüre bakıyor.
Çarşı dışında sakin bir mahalle. Birbirinden uzak evlerin suskunluğunda at arabalı sokaklardan geçiyorum. Üç katlı bir bina. İkinci katta Rasim Hoca, üçüncü katta ev sahibi Güldane Teyzeler oturuyor.
Rasim Hoca’nın gürültülü bir ev yaşamı var. İki çocuğu ve cırtlak sesli çirkin karısı bu gürültünün kaynağı. Güldane Teyze’nin hemşire olan kızı, Emine’yle merdivenlerde karşılaşınca selamlaşıyoruz. Oğlu Hüseyin’se kendi halinde işsiz güçsüz dolaşan içine kapanık bir delikanlı. Pencereden seyrettiğim karanlık sessizlik, yalnızlığıma sırdaş. Kurbağa seslerinin eksik olmadığı, kavak ağaçlarıyla çevrili dereye bakıyor pencerem ve bulutsuz gökte yanıp sönen yıldızlar, karanlığıma alçalıyor. Emine nöbetteyse ve Hüseyin evdeyse kapımı çalıp, yemeğe çağırıyor Güldane Teyze. Sol gözü zor açılacak kadar kısık, ön dişleri çürük, şişman bedenine inat aceleciğiyle her işe yetişen, herkesin derdine koşan Güldane Teyze. Üçkağıtçının tekiymiş kocası. Ömrü hacizlerle geçmiş. Çocukları büyüyünce boşanmış. Babasından miras kalan bu eve yerleşmişler.
Yaşamımın en uzun geceleri Emine’nin ayak sesleriyle doluyor. Nasıl da kavrıyor yaşamı iki eliyle, tutup silkeliyor. Özlediğim günler dökülüyor, yakamozsuz bir deniz saçılıyor, özgürlüğün içinde dallı budaklı bir yalnızlık ağacı savruluyor, döküyor yapraklarını. Beyaz yüzünde, kısacık koyu kumral saçlarında, her an bekleyen gamzeli gülümseyişinde bahar kokan bir tazelik, serin bir yaz akşamı. Dinlediği müziklerin, okuduğu kitapların hırsızıyım.
Aylarca tek kelime fazla konuşmadan, kirpiklerinin ışığı kucakladığı bakışına hasret beklediğim Emine. Onu bir tek ilgiye aç, öğrenme isteğiyle dolu çocukların meraklı gözleri bana baktığında unutuyorum. Her sabah Rasim Öğretmen’le gidip geliyoruz aynı yolu. Her gidiş gelişimizde yavaş yavaş yitiriyoruz varlığının farkında olmadığımız bir şeyleri... En çok uçurum kıyısında açmış bir dağ çiçeği anlıyor bunu.
Bitmemiş bir gündeyim. Hasta olduğum için bir anne gibi başımda bekliyor Güldane Teyze. Kaynattığı ıhlamuru getirirken önemsiz bir laf ediyormuş gibi:
“ Yarın akşam Emine’yi istemeye gelecekler” diyor.
Ve tepkimi anlamak için yüzüme bakıyor. Oysa kurduğum ıhlamur kokulu düşlerin bu kadar çabuk kırılıp dağılmasına hazır değilim. Yutkunarak, hayırlısı olsun diyorum.
Garip yağmurlar yağıyor. Ya uzun uzun bekliyor bulutlar, ya da yağdıkça durmak bilmiyor. Günlerce ateşler içinde sayıklayarak sıcak bir tarhana çorbasının dumanına karışan o ıhlamur tadıyla uyanıyorum. Yağmur sesinde kulağım.
LİMON KOLONYASI
“ Dünyanın ve yaşamın bana koca bir genelev gibi göründüğü pek çok gün vardır.” Cesare PAVESE
Bu öyküyü biliyorsunuz...Yine de yaşamın biriktirdiği öyküleri yinelememek gelmiyor elimden...
İçimde taşıdığım yorgunluğu masanın uygun bir köşesine bırakıyorum kimse görmeden. O da bırakıyor. Ruhumu okşayan o güzelim türkülerin, kötü gürültülere dönüştüğü mekanımız size pek de yabancı sayılmaz. İçerisi ciğerlerimiz gibi sigara dumanından sislenmiş durumda. Gözlerimizse uzak ışıkların alabildiğine dans ettiği geçmiş günlere ait renkleri seçebilmek için kısılmış...
İnsanların anılarını dinlemek zevklidir. Ama bazı anılar vardır ki; salt dinlemek yetersiz gelir bana... İşimiz katılmak ve çoğalmak olmalı...Öyleyse başlayalım bu öyküye artık...
Bakışlarını yüreğime değdiren sesiyle eğiliyor bana doğru;
“Yüzler beni çok etkiler” diye başlıyor.
“Yüzler... İnsan yüzleri... Çıkık elmacık kemiklerinde utangaçlığın izi olan bir pembelikle, gülünce kumral bakışların taşıverdiği çizgilere gömülmüş gözler... Ansızın tüllenen kirpikler... Konuştu konuşacak, sustu susacak, öpüştü öpüşecek dudaklar... Kadın yüzleri... Yılların göğsünde uyuyup uyandıkça kendini; alaturka şarkılarda, beline dolanan iri ellerde, kalçalarında belirginleşen amaçlı amaçsız yürüyüşlerde yani kendisi dışında herkeste arayan kadınlar... Ve yüzleri... Hepsi öykülerini gizler, gizleyemez sanır. Bu öyküleri kurgulamaktadır yaşam. Mendillerin ıslaklığını, vakitli vakitsiz değdirmektedir sıcak yanaklarına... Erkeklerin gözyaşlarını gizli gizli sildikleri, işlemeli mendillerin ıslaklığını... Kadın elleriyle işlenmiş, yıkanıp, özenle ütülenmiş, pantolon ceplerine sessizce bırakılmış mendillerin... Bir anda başlayıveren bu akış bir anda bitebilir. Bunun önemi yok.
Renklerini sabırla örgütleyen, adları tarifsiz, kokuları bilinen çiçeklerin içinde onu görünce duruvermek gerekir. Rengini içine sindirebilmiş, kokusunu yaşamın tüm pis kokularından arındırabilmiş bir çiçek olan o yüzü... Senin kadar güzeldi diyebilirim. İncecik, iri gözlü, beyaz bir yüzü vardı. Kirpiklerinde biriktirdiği gözyaşlarını, bir anda akıtınca, savurduğu yılların peşinden koşası gelir insanın... O kadınsı temizliği görünce bir an öncenin, bir an sonraya bağlanacağını unutup, kaskatı zamansızlıkta boşluğun tamamladığı parçaymışçasına donup kalmıştım... Etkilenmek mi, özümsemek mi ? Bakışları yıllarca içinde ne olduğunu merak edip de bir türlü eğilip bakamadığım karanlık bir kuyudan azala azala geliyor... Derinliği ancak o kuyuya beklentisiz eğilip bakınca algılanıyordu. Bu yüz, anılarımın o rutubetli duvarına asılıydı. O duvarsa bilinmezliğe örülü. Yıkıldıkça yıkılmazlığına şaşırıyordum... Birbirine karışan gölgelerin ışıksız boşluğunda yaşama, insanlara, sizi en iyi ben bilirim diyen titrek bir gülümseyiş gibiydi... Boynunda hep var olan bir iple dolaşıyordu sanki.
Dirençten çok inanç... Belki de inançtan çok anlayış... Garip kargaşaların içinde yolunu şaşırmadan bulabilmiş, sadece kendine özgü bir tutarlılık. Kaygan bir zeminde yalpalanmadan yürüyebilmek ya da ...Tanımsızlığı çok tanımlı olmasından ileri gelen bir tek sözcük yetebilmeliydi anlatmaya.Oysa nasıl susuyor sözler...
Avuçlarımın terlediğini hissetmiştim. Hala bana bakıyor muydu? Yoksa yetişemeyeceğim bir hızla alıp başını gitmiş miydi? Uzaklara çok uzaklara... Her şeyi düşünmekle, hiçbir şeyi düşünmemenin bir arada olduğu ender gidip gelmelerden biriydi yaşadığım... Yaşadığımı sandığım.
İçinde sızılı bir kıştı yaşam. Uyanır uyanmaz unutuverdiği düşleri, bilinmezliğe yaklaştığını sezinlediği içsel yolculukları, havalandıklarında hala ne güzeller diye düşündüğü kuşları vardı, yaşama dair.
Küçük iki odalı evinde, eski eşyalara, yağlı ocağa, sapı karamış cezvelere, komşu dedikodularına, isterse hemen uzanabileceği muslukların ılık sularına, kimsenin aldırmadığı yaşamında tanınmayacak hale gelen dostlarıyla, kesik kesik bakışan genç kızlık sevdalarına ne kadar da uzaktı.
Güzel bir kadın olduğunu, yılışık bıyıkların altından sarı sarı gülümseyen erkeklerden öğrenmemişti. Elini kırılmasından korktuğu değerli bir vazonun tozunu alır gibi saçlarında gezdiren annesi her akşam üstünü örtüp, iyi uykular dilerken söylerdi; “Annesinin güzel kızı... Hep böyle güzel kal...” diye. Bilirmiş gibi. O güzelliğin saklanamaz olduğunu. İnsanların güzellikleri yok edebilmedeki ustalığını. Işıltılı aynalara yansıyan güzelliğiyle geçti annesi yüreğinden... Sımsıcak yayıldı kokusu ciğerlerine.
Bedeninin yorgunluğunu ayaklarının sızlamasıyla duyumsadı. Süzülerek gözlerine akıyordu. Yüzüne yandan vuran loş ışık bütün bunları biliyor, uslu uslu kıvrılıyordu biçimli burnuna, gamzeli çenesine doğru.
Gerçeğine dönerek, ne kadar çok çamur sıçrattılar üzerime diye düşündü. Bembeyaz bir gelinliğin umutlarına yansıyan ışıltısı akıp gitmiş, geride beklentisizlik kalmıştı sadece... Gözlerini ışıktan bıkmışçasına kapadı. Sonra kulaklarında uğuldayan sese doğru kıpırdayarak, ağır ağır araladı.
“Kararımı vermiştim. Yavaş yavaş yaklaştım. İnsan böyle bir yüzü yıllardır tanıdığını sanıp da, yabancısı olduğunu demir soğukluğuyla duyumsayınca tıkanıp kalabilirdi. Gücümü toparladım. Sonunda dünyaya açılan merdivenleri tırmanıyor, tırmanıyordum.
Sesimi bulunduğu uzaklığa yakınlığa ulaştırabilme telaşımı çevresinde uçuşan kuşlara bölüştürerek sordum:
“Siz kimsiniz?”
Tabii ki sesim çıkmadı. Omzumda kimsenin görmediği yükün hafiflediğini sanmıştım ki, bu yüze, belki de bu yüzün bende yarattığı aşılmaz etkiye yakıştırmadığım, kanı çekilmiş dudakları kıpırdadı. Sesi kulaklarımda aralıksız, çalan çanlara dönüştü.
“Hiç kimseyim” demedi ama ben duydum.
Bilseydim ki, o çiçeklerin hiç solmadan açabilecekleri bahçeler vardır. Bilseydim ki, onları toprağından koparıp, yaşatmak da olasıdır. Güneş hepimize tutkularımızın eşsiz fısıltılarını akıtır. Bedenlerimiz onun gölgesidir. Alıp onu götürebilseydim... Bilseydim ki, balıkları kurtarmak için kucaklayan ağlar da vardır...
Yutkundum.
“ İkinci kat soldan ilk kapı” dedi, yüzüme bakmadan.
Yukarı çıktım. Kirli çarşafın gelişigüzel örtüldüğü yatak ve soluk perdelerin güneşi sızdırmamak için inatlaştığı küçük pencereyle özetlenebilecek, sarhoş, ölü sevişmelerin gıcırtıyla dönüp dolaştığı odada tiksintiyle beklemeye başladım. Az sonra geldi.
Yüreği sızlasa da öfkeli değildi. Sahtekar öpüşlerin, dişlendikçe allanıp pullanan bedenlerin gizlendiği fuhuş odaları bilirdi bunu. Yiğitçe sevdalanmıştı yaşama o. Bir kadın kahkahası değil miydi zaten yaşam? O ve diğerleri...
Genç yaşında dul kalmıştı. Bir oğlu, solmamaları için direndiği çiçekleri vardı, saksılarda unutulmuş. Satacak sadece teni, bedeni yani ne olduğunu, nerede olduğunu bir türlü anlayamadığı dişiliği kalana kadar içki, sigara nedir bilmezdi, üzerinde gidip gelen yabancı adamlar kadar uzaktı ona. Dostu, biriktirdiği tüm parayı kumara basınca denedi kolonya içmeyi. Ucuz ölümleri yakıştırmak isterdi kendisine, ki yaşamdan farklı olmasın. Yaşamı bir yabancıya böyle özetlenebilirdi evet, soran çıkarsa eğer...
Merdivenleri çıkarken, bakmayı bilen biri görseydi onu, gözlerinin yıldızlandığını, ak güvercinlerin yüreğini gıdıklayarak uzaklara taşıyıp, sonra göğüs kafesine birden bırakıverdiğini anlayabilirdi titreyişinden.
Oğluna ördüğü bir türlü bitiremediği kazağın ilmeklerine kendini asabilseydi... Bilseydi ki, sabah taze serinliğini tenine değdirince dokunmayacaklar ona artık.
Gelmesiyle birlikte keskin limon kolonyası sardı her yeri. Yüzümü buruşturmuş olmalıyım. Durumu açıklamak istercesine kayıtsızca, içki bulamadığı zamanlar kolonya içtiğini söyledi.
Bir genelev kadınının limon kolonyasına bulanmış ve aralıksız ısırılan teni mi, onu ısıran erkeklerin dişleri mi daha zavallıydı? Az önce pişmanlık ve kararsızlık arasında odada bekleyen ben, şimdi sadece kaçmak ve uzaklaşmak istiyordum. Gördüğüm yüz bu değildi.
Ücreti ödeyip, kendimi mide bulantısıyla dışarı attım. Onu hep ilk gördüğüm haliyle hatırlamak istesem de, limon kolonyasının birdenbire içime dolan kokusuyla bembeyaz, bomboş bakışları delik deşik ediyordu yüreğimi.
Öylece; başı boşça ve hıncımı almak istercesine ne kadar yürüdüm bilemiyorum.”
Sözünü bitirdiğinde ikinci biralarımızın ilk yudumlarını almıştık. Başımın ağrısı azalmıştı. O ise başka anılarına benden habersiz geçmişti bile... Gecenin tırmaladığı son kapıyı çalarken, yıllar önce içeri girmiş gibiydik...
Limon kolonyası bana, annemin sevmediğim misafirlerini anımsattı. Ve de zorunlu bayramlarını çocukluğumun. Yorgunluğumu masanın bıraktığım köşesinde el yordamıyla bulup, yüklendim. Geceye tutunarak kalktık. Yaşadığımız zamanı oturduğumuz yerde bırakarak, değişik kurguların arsından yürümeye başladık.
(Bu öyküler Sokak Düşleri adı altında kitaplaşmıştır.-Sone Yayınları-)
21 Şubat 2009 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Öykülerini o kadar beğendim ki bir süredir monitöre boş boş bakıyorum.Seni ve Seçili hala rüyalarımda görüyorum.Seni çok özledim.Ne yapsam sana nasıl ulaşsam? Sema
YanıtlaSilAşkım...
YanıtlaSilBu bloğu hazırlarken senin bana ulaşacağına asla inanamazdım. Demek ki boşa giden bir çaba değilmiş...
Bizim öykümüz hala yazılmayı bekliyor.
Biraz daha mı yaşlanmalı bunun için.
Öyküleri beğenmeni bırak, okumuş olman bile ne büyük bir supriz benim için. Seç'e yalvarsam okumuyor.( Acayip bir anne oldu.) Geçmişle ilgili konuşacak ne çok şey var. Bende kopuşumuzda etkili olan bir dolu pişmanlık deşilmeyi bekliyor. Neyse. Bloğum çok fazla okunmuyor. Bu yüzden
sana mail adresimi yazıyorum. (sen bana ulaş...)Özlem ve sevgi dolu bir yürekle kucaklıyorum seni. Umarım resim yapmayı bırakmamışsındır...
nilanadolu@mynet.com.