25 Mart 2009 Çarşamba

o aşk

O AŞK

Kanser olduğumu öğreneli iki gün olmuştu.

Evin her yerinde bitmiş bir evlilikten kalan kutu kutu saçmalık. Yerleşemedim gitti şu kavanoz dipli dünyaya.
Bir de kargalar. İki gündür beyaza kesti yeryüzüm. Yumuşacık sardı kar, şehrin pisliklerini. Günlerdir açlıktan kudurdu kargalar. Balkonlara dadandılar, elektrik tellerinin buzlarını gagaladılar. Çirkin sesleriyle içimize içimize konuyorlar. Bırakmadılar ki karın keyfini sürelim.

Ne vardı yüzümde? “Ya demek kanserim,” derken. Hiç mi şaşırmadım? Hiç mi üzülmedim?

Doktor da kar gibi beyaz. Bakışları beyaz öncelikle. Canı yanarken bile gülümser gibi bakan biri. Hiç meselesi olmamış yaşamla. İyi bir kariyer, düzenli bir özel yaşam, spor, sağlıklı beslenme, düzeyli arkadaşlıklar, süslü, çok soru sormayan bir kadın ve belki de iki çocuk, yaşları birbirine yakın.

Çapkınlık yıllarımda olsaydım, bana hayır diyemezdi. (Bunun hiç sırası değil.) Der miydi? Demezdi. Ama evet de demezdi. Üzerim ben böyle tipleri. Hem kıyamam, hem de üzerim. Esmer ışıltılı bakışları kalakalıyor bende. Sarsarı olmalıyım. Anlamsızlığım taşıyor olmalı. Hemşire birazdan “doktor yetişin!” diye bağıracak. Doktorlar koşacak. Ameliyathaneye alınacağım ama kalbim avuçlarında durmuş olacak.

Neyse ki hatırladı doktor olduğunu, masasından kalktı. Karşıma, üzerinde ilaç reklâmları olan broşür dolu küçük sehpanın diğer kıyısındaki deri koltuğa oturdu. Elimi tuttu. Sıcacık. İyi misiniz?

Güzel soru. Yok yok ben böyle sakin, iyi adamlarla yapamam. Nerde uçurum kıyısı varsa koş kızım. Nerde tedirgin eden bakışlar varsa onlara soyun.
Yalnız mısınız? Yani eşiniz falan ya da çocuğunuz hiç kimse yok mu yanınızda?
İşte güzel sorular birbirini izliyor. Ben bu soruları sevmem ama. Bana biraz daha bilge sorular gerek.Yaşamın anlamı nedir? gibi.

Kaybederken değerini anlarsınız umarım. Ölüm, bayan çalıyor kapınızı. Hani bir derede ıslanan bir daha ıslanmaz ya, ya da bu ıslanış o ıslanış olmaz ya. İşte öyle. Hepimiz hazırız değil mi ölmeye? Kimimiz biraz daha hazır sadece. Bakışlarınızdan bunu anlamak kolay. Çok düşmüşsünüz dipsiz kuyulara. Merdivensiz bırakmışlar sizi karanlıklarda. Alışıksınız yani. Bir sakıncası yok. Hadi gülümseyelim şimdi. Bir şarkı söyleyelim. Doktor doktor baksana…gibi bir şiir. Marşlı çocukluğumuzdan kalma.
Acınası.
Buruk.
Bakmayın öyle.

“Oğlum….nerde bilmiyorum. Birkaç hafta oldu. Sıkıldım, dedi. Gitti.”
“Eşiniz?”



Onu hiç sormayın doktorcuğum. N’olur bana medeni halimi sormayın. Şimdi ağlarım, işte. Yani ta şuramdan size bir eş çıkarsam, koysam karşınıza, bir adama, bir bana bakıp bakıp, “e be kadın daha ne istedin gül gibi adammış, işinde gücünde içkisi, kumarı yok, evine bağlı, düzenli, (kendini anlatıyor aslında) daha ne istedin de yedin bitirdin adamı?” demez misiniz?


“Eşim yok. Bir yıl oldu, boşandık.”

Gördün mü işte . Yeni de boşanmışsız. Git barış adamla. Ölüme böyle tek tabanca gidilmez ki. Hani tek tabanca yaşanır belki, savaşılır da ama ölünmez.

“O zaman şöyle yapalım, siz evinize gidip, bir iki gün dinlenin.” Sonra?
“Sonra yeniden görüşelim olur mu?”
Olur doktorcuğum, sen ne dersen kabulüm.

Bir hastane koridoru gibi geçiyorum zamanları. İnsanları. Ah ucundan tutup tutup, sonsuz maviliğe alçalan rüzgârları. İçimin aynalarında tuzla buz olan gençliğimi.

Bilgisayarımı kurdum ilk iş. Kargalar yüzünden. Ne zaman biraz nefes almak için başımı pencereye dayasam, üçer beşer üşüşüp çirkin ötüşler saldılar huzuruma.

Kitaplığın işi uzun. Acil olanları, nasıl olsa başucuma taşıdım. Pavese. Kafka.
Sait Faik. Tezer Özlü. Yeni yetme öykü kitapları. Bir de toplu şiirler, yalnızlığımın şairlerinden.


İşte benim sanallığım böyle başladı. Mademki bir ömür koşturup didindim, elimde kalan boşluğa baka baka ölmek bana yakışmaz, dedim. Oyalanmak için eski yazılardı, arkadaşlardı derken, şu canımın içi Internet erişiminin beynimize örümcek gibi itinayla ördüğü ağlara takılayım istedim. Mesajlara bakarken, hadi birkaç sitede yazılanları okuyayım derken, bir de baktım gençler kadar içindeyim sanal alemin. İngilizce okuyorlar ya hani; em es en’ deyim yani.

Öylesine konuşmaya başladık onunla. Televizyon gibi bilgisayara da çok gereksinim duymadım aslında yaşamım boyunca. Yalnız müziği eksik etmem, günümden. Ses olmalı değil mi?
Sonra yanı başımda yürümeye başladı. Kalabalık caddelerde yüzü aktı önüme. Sesi çınladı yalnızlığımda.
Bana hiç olmadığım yanlarımı gösterdi.
Kuytularıma ışık tuttu.
“Nasıl olur?” derken, oldu işte. Konuşmak mıydı bu, yazışmak mı? Paylaşmak mıydı yoksa aldanmak mı? Bile bile kendini kandırmak mı?

Kutuları açmaya, dağınıklığımı bu küçük eve yerleştirmeye çalışırken, yazdığım, düşleyip yazamadığım öyküler de saçılmaya başladı, ekrana…

Onun aydınlığıyla yolumu bulmaya, yazdıklarımı paylaşmaya, paylaştıkça deli divane yazmaya başladım. Ölüme yürüdüğümü bilirken yaşama kendimden parçalar akıtmaya çalışmaktı bu.


Yaşını bile bilmiyordum. O, ne zaman kapımı çalsa açacak kadar alıştım.
Ya giderse diye korkmaya bile başladım. Kim bilir kaç kişiyle böyle yazışıp, canı sıkılınca da
siliveriyordu kişi listesinden.
İnsanlığın sonu işte bu iletişim olanaklarından, bilişim teknolojilerinin sınırsızlığından gelecek.
Kendi kendimizin kurduyuz. Kendi kendimizin düşmanıyız. Var mı kendi türünü yok etmenin savaşını veren bir başka canlı türü. Şu doğanın kusursuz ritminde yalnızca ‘büyük insanlık’ geleceği tehdit ediyor. Büyük insanlığım işte bir klavye ve artık iradem dışında başına oturup, onunla yaşam tarzı geliştirdiğim şu ekrana tutsak oldu.

Düşler yaşatır aşkı, değil mi? Kahrolası düşler. Kendimizi kılıktan kılığa soktuğumuz aşk.

Sıra bekliyorum. Kemoterapiden tek başıma çıkıyorum. Sonra beyaz doktorumun yeşil hemşiresinin anlamsız yüzünde aralarındaki yasak cilveleşmeyi görüyorum. Sen de mi diyesim geliyor. Hani düzenli bir yaşamın, iyi bir evliğin vardı. Hâlâ var, diyor, bakışlarıyla. Hiç şüphem yok. Arada bir stres atmanın kime zararı var ki? Peki karınızın da iş yerinde biraz bunaldığı olmuyor mu acaba? Diyorum ki o da biraz kafasını dağıtmak istese, ne yapardınız? İşte bu olmadı doktorcuğum. Size hiç yakıştıramadım.

Yine susmuş olmalıyım uzun uzun.
“Bakın diyor, bir yakınınıza ihtiyacınız olacak. Bir süre yatmanız gerekecek hastanede. Durumunuz ciddi.”

Martılar diyorum, doktor bey. Ben martıları özledim. Kargalar da birikmiyor artık evimin çevresinde ama martıları yine de özlüyorum.

Bol ışıklı vitrinlere yansıyan yüzüm acımasızca sunuyor bana zamansızlığımı. Kurtulabilir miyim?

İnsanların hiç sorusu yok. Neden işsizim demiyor, neden yoksulum demiyor, neden memleketimim taşı toprağı böyle peşkeş çekilmiş mafyanın her çeşidine? Yerlisinden yabancısına güç odaklarının elinde özgürlüğümüz. Neden? Neden ölüyor gençlerimiz? Ne kadar alıştırılmışız ağlatılan analar görmeye?

Kasaya okuturuz fiyatımızı, bekleriz kredi kartı limitinin dolmasını. Geçer gideriz bir birimize hiç değmeden.
Bak işte gerçek yaşam bu. Kimsenin kimseye sokulamadığı gerçeklik. Sorgusuz sualsiz nefeslerini boşuna üfleyen, birbirinin soluğunun kokusunu bile duymadan sevişen evli çiftler. Şu market arabalarında zavallılaştırılan çocuklar. “Siz tüketim manyağı oldunuz diye onların günahı ne?” diyerek, nerdeyse yakasına yapışacakken market arabasına eğilip, çocuğun eline çikolata tutuşturan kadına donuk bir gülümseyiş fırlatıyorum.

İşte bu gerçekliklerden doğan sanallığıma koşuyorum hemen. Çoğu zaman biriktirdiklerimi anlatma olanağı olmuyor ama biriktirip duruyorum gene de.


Martılar yoktu. Uzun bir yol vardı. Koşuyordu. O hep koşuyordu. Ara sıra dönüp yüzüme bakıyordu. Hiç sesini duyamıyordum. Yalnızca uçuk pembe kuru dudakları kıpırdıyordu. Söyledikleri, yüzünde hiç bir iz bırakmıyordu

Martılar yoktu. Ter içinde sayıklayarak uyanıyordum. Ağrılarım yüzünden uykularım delik deşikti. Saçsız halimi görmemek için aynaları kaldırdım. Bir çok kutu açılmadan arka odada duruyor. Yazmaksa tam bir yorgunluk artık. Okumak daha iyi geliyor.

Bulutların arkasında saydam ufka doğru dalga dalga kızıllaşan gökyüzü ölümün anlamsızlığını fısıldıyor. Bu gökyüzünün altında kısacık bir an gibi yaşadım ya bu bile yeter, diyorum.
Hâlâ sözcüklerim var, sorularım var, öyleyse direnmeliyim.


Aylar sonra pencerede İstanbul. Başımı omzuna yaslıyorum.
Elini alnımın kıyısında saçlarımı düzeltir gibi dolaştırıyor. O kadar genç ki. Y. Andrea’yı çağrıştırıyor bana. Onunla uzun uzun ağlamak istiyorum. Uzun uzun susmak. İstanbul’un kıyısında bir masada alçakgönüllü tadına doyulmaz bir kahvaltı sofrasındayız. Çayın güzelim kokusu. Mutlulukla ilgisi olan bu. Bir aşkın uyanışına dağılan o dinginlik hali ve aklın bilincini eriten bedensel hazların ötesini kokulara dağıtan çayın aşkla uyumu.
Ne güzel bir misafirlik. Kitaplığında geziniyorum. Çalışma masasını karıştırıyorum.
Martılar yok. Yalnızca denizin kırgınlığı var, İstanbul’a kırgın. Dalgalar birikmeden çarpıp duruyor bu insan kaynayan kıyıların pisliğine.

Yüzüne bakıyorum. Saçlarının rengine bakıyorum. Terini siliyorum, alnında ensesinde dolaştırıyorum ellerimi. Bütün geçmişimde bana bakan gözler oluyor gözleri. Tenindeki ılıklık, tenimin dokunuşu oluyor bütün erkeklere. Bir kadın ve bir erkek oluyoruz. Bütün etiketlerden maskelerden, kimliklerden soyunup, biz oluyoruz.

Bir martının kanat seslerine açıyorum gözlerimi. Bir tüy düşüyor göğüslerimin arasına. Sımsıkı tutuyorum çocukluğumun ellerini.
(Çok da zor değilmiş anne, işte öldüm, sonunda.)

Saçlarımın kokusunu bırakıyorum yatağında.

Nilüfer ALTUNKAYA
Ocak- Şubat 2009

27 Şubat 2009 Cuma

Sokak Düşleri Öykülerinden

SOKAK DÜŞLERİ- 1
-Gugukkuşu’nun Sesi-

“ Bu kadar akılsızca
kendini aşağılayan insan soyunu anlamıyorum.”
GOETHE Goethe-


Herkes, her şey uyuyordu daha. Ali ise güneş kirpiklerinden süzülür süzülmez uyanmış, bir çırpıda kendisini sokağa atmıştı. Her yerden kuş cıvıltıları geliyor, birden kanatlandığını sanıyordu Ali. Tam uçacakken, uçarak dağları aşıp, sonsuz denizleri, uçsuz bucaksız ovaları geçecekken, ayağına takılan taş yüzünden, gerçeğe dönüveriyordu. Omzuna asılı boya sandığını, yeniden dengeleyip, bir zaman öylece yürüyordu.
Ali’nin bildiği bir giz vardı ki... Ali bir tek Sarı Kenan’a, bir de Küçük Mustafa’ya anlatmıştı bunu. Yüreğinde eskimiş ninniler gibi sakladığı, uyumadan önce ya da yalnızlıktan bıktığı zamanlarda bir şarkı gibi mırıldandığı. Böylece geçmez sandığı anlar, rüzgar olup kolayca akıverirdi yanı başından. Bir çocuk için günler geçmek bilmiyorsa eğer, yaşam bozuk bir oyuncak , gibidir.

Ali bilirdi ki; her gün meydanın bütün kuşları onun için gelecek yine çevresine doluşacak, onlar kendi ülkelerinin masallarını anlatırken Ali’de dinleyecek. İnsanlar su olup damlalaşırken; kimi yüzler sarı , kimi yüzler turuncu, kimi yüzler çamurlaşacak. Ali kuşlarına “ tamam” dedikten sonra. Sonra...
Kuşlar olmasa Ali sadece ayakkabıları görür. Çocuk elleriyle çabucak boyar, cilalar, sever, konuşur onlarla. Yorulur. Acıkır. Kirlenir. Oysa kuşlar sayesinde dünyanın en akıllı insanı o olur. Canlı cansız her varlığın dilinden anlayan, dünyanın en becerikli çocuğu. Kuşlarla konuşabilen tek çocuk. Yüreği taşkın, yüreği çocuk, yüreği uzak umutların tutkunu. Yüreği bütün kuşların yorgun sevdalısı.
Meydana geldiğinde ikirciklendi. Kuşları görür görmez aklı başından gitti yine... Ağlamak istedi ya; Ali ağlamazdı hiç. Ara ara yüreği burkulur, sancılanır, tükürüğü boğazında zincirlenir, Sonra yumruklarını sıkar, avuçları terledi ama ağlamazdı böyle anlarda bile. Kuşları duyar, bunları unutur, tüm dünya kanatlara bürünür, renkler çoğalır. Maviler, gök yeşilleri, sevinçli kırmızılar güvercinleri giyinir, Ali onlar gibi uçar. Uçar.
Her zaman en erken tezgah açan Ali’ydi meydanda. Oysa bu sabah Sarı Kenan’ı iki büklüm oturmuş, kara kara düşünürken görünce, anladı. Her şeyi anladığında kafasının içi boşalır, öylece kalıverirdi. Küçük adımlarla yaklaştı Sarı Kenan’a. Sarı Kenan önce büyümüş gözlerini Ali’ye çevirdi. Sonra yine eğildi, kaldı.Sarı Kenan’ın yüzü sadece gözleri olmuştu o an. İnce, uzun, kemikli yüzü, ağaç kütüğü gibi katıydı sanki. Ali bir söz söylese Sarı Kenan kırılıp, dağılacak sandı. Sandı ki; o güne dek, hiçbir kimse, onlar kadar dost, onlar kadar yakın olup da, böylesi acıları paylaşmamışlardı. Bir zaman öylece sustular.
Eskiden olsa, Ali hevesle sandığı önüne atar, arabalar tek tük süzülüp, sokaklar esnerken, uzun uzun boyalarını düzenler, keyifle sandığını temizlerdi. Oysa...
Sarı Kenan iri yarı bir erkek gibi yürür, sokakları adı gibi bilir, bazı geceler de parkta uyurdu. Onu ilk defa gören korkardı. Oysa, o insanı öldürür gibi bakan, şimşek gibi yakan gözleri, Ali’ye yumuşacık bakardı .
Bir kabustan uyanır gibiydi Ali. Gereksiz sözleri, soruları sevmezdi ama nasılsa çıkıverdi ağzından;
“ Kenan ben değilim.”
“ Biliyorum Ali.”
“ Kaçmalısın.”
“ Biliyorum Ali.”
“ Sana söylemiştim. Küçük Mustafa yakalanır. Beceremez. Beni al yanına, demiştim.”
“Biliyorum Ali.”
“ Yazık oldu.”
“ Yazık oldu.”
İkisi de sandı ki; o güne dek, hiçbir kimse, hiçbir sözü böylesine yıkılmış, böylesine paramparça söylememişti.


Sarı Kenan ağıt oldu. Omuzları düştü. Ağır aksak yürüdü. Ufaldı. Ufaldı...Ali dedi ki kuşlara;
“Siz biliyorsunuz, Gugukkuşu biliyor. Sarı Kenan’da Ben söylemedim. Ben hiç kimseye hiçbir söz söylemedim. Ölsem de söylemezdim.”
Bu şehir bütün evleriyle yalnızdı artık. Bütün sesleriyle suskun. Sarhoş naralarında kayıptı sevdaları. Bunu kaldırımlar biliyordu; nasıl yaralı, nasıl çilekeşti. Bunu çocuklardan biliyordu; yalnızlık, yalnızlıktan başka nedir ki?
Akşam serinliği başlayınca unuttu olanları Ali.Koştu. Koştu. Koşarken kafasının içinde karıncalar dolaşmıyor, kötü yüzler görmüyor, kötü sözler duymuyor, sadece koşuyordu.
Ter içinde kaldı. Soluklandı. İçeri girdiğinde, Seyit Usta yerinden fırladı.

“ Ali ne bu halin yavrum?” diye telaş içinde sordu.
“ Hiç” dedi Ali.
Sesi mızrak gibi çıktı. Oturdu.

Seyit Usta üstelemedi. Çay söyledi. Bıraktığı saati yeniden eline aldı. Ali’yi unutmuş gibi hem konuşuyor, hem de saati tamir ediyordu.
“Bu çok eski bir saat. Guguklu’dan da eski. Belki benden bile çok çok eski. İnsan nasıl hastalanıp, yatağa düşünce bir dost sesi ararsa, saatler de öyledir. Sevgi dolu ellerin uzamasını beklerler, bozulunca. Dostlarıyla mutlu olurlar ancak. Bak nasıl, canlanıveriyorlar seni görünce. Nasıl mutlular birbirleriyle. Onların işi kolay mı sanıyorsun yoksa? Zordur Ali’m zor. Yüreği insanoğlununki gibi taştan değildir onların. Yıllar en çok onları eskitir, acıtır...”
Duvarlar çeşit çeşit saatlerle doluydu. Ali bir yandan Seyit Usta’yı dinliyor , bir yandan da Gugukkuşu’nu bekliyordu.
Dükkandaki her saat , zamanı belki de yılları ayrı ayrı gösteriyordu.Seyit Usta saatleri dost bellemişti. Gugukkuşu’nun öyküsünü anlattığından beri, Ali’nin yüreği onunla atar olmuştu.
“ Sakın satma onu” derdi Seyit Usta’ya.
“ O bensiz yaşayamaz. Bir gün gelmesem, ne yaparsan yap ötemez. Beni bekler. Ne zaman anlar geldiğimi, o zaman ötmeye başlar. Ben bir gün dünyanın bütün gugukkuşlarını toplayacağım. Kül rengi olanlarını, siyaha çalanlarını. Onların bacakları kısa, kanatları uzun, kuyruğu renkli olur, demiştin. Enine çizgileri olur, karınları beyaz, yondaları yumuşacık. Dişilerini, diğer kuşların yavrularını çalıp, yerine, kendi yavrularını koyanlarını. Ağaçta yaşayanlarını. Parlak mor parıltılar içindeki küçücüklerini de. Saati söylemekten kurtaracağım hepsini. Uçacaklar benimle. Sakın kimseye söyleme bunları.”
Seyit Usta kendi dünyasına dalmış, ara ara “ah” çekiyor, Ali ise Gugukkuşu’nun sesini duymak için sabırsızlanıyordu.
“ Gugukkuşu bak, Sarı Kenan ne hale geldi. Sana küsmedim. Ama Küçük Mustafa yakalandı. Bir daha yalan söyleme. Hadi öt, artık. Konuşmalıyız. Her şey düzelmeli. Hadi öt.”


Sarı Kenan eve geldiğinde babası yoktu. Burası ev de sayılmazdı ya . Her şey yolunda gitmiş olsaydı, bütün bunlar... Artık olan olmuştu. Darmadağınık evde gölge gibi dolaştı. Babasıyla karşılaşmadan kaçıp gitmeliydi. Gözleri sulandı. Bir an, küçücük bir an yetecekti onlara. Olanları yeni baştan düşünüyor, sonra elleri titremeye başlıyor, ayak seslerini duyuyor, adımlar çoğalıyor, gittikçe yaklaşıyor ve Küçük Mustafa tiz bir çığlık atıyor.
O andan sonra depremler oluyor, dünya yıkılıyordu. Oysa Sarı Kenan ateşler içinde hala soluk alıyor, yüreği nedense durmak bilmiyor, atıyor, atıyordu.
“ Yazık oldu” diye mırıldandı.
Olacakların hepsini en ince ayrıntısına dek planlamışlardı. Günlerce gecelerce konuşup, defalarca vazgeçip, sonra yeniden daha iyi olduğunu düşündükleri planlarla, Gugukkuşu’na yemin etmişlerdi. Sarı Kenan koştuğunu anımsıyor, o kaçtıkça dünya arkasından geliyor, tam bir el ensesinden tutup çekecekken, o yine koşuyor. Sokağın başında bekleyen Küçük Mustafa, “Kaç Sarı” diye bağırıyor, Sarı Kenan kendinden kaçar gibi kaçıyordu. İki gün iki gece böyle sürdü bu. Sonunda...

Dışarıdan bir ses geldi. Ürktü Aceleyle alacaklarını bir torbaya doldurdu. Babasının resmini göğsüne sıkıştırdı. Eve şöyle bir göz attı. Yüzü allak bullaktı.Arka sokaklardan gölgesine sokulur gibi aktı gitti. Yüreği tetikte.
Ali daha önce de acı çekmişti.Ama bu kez yüreğinden bir çiviyi zorla sökmüşler de, kanıyor ha kanıyor gibiydi. Bir türlü susturamıyordu içini. Seyit Usta da biliyordu, biliyordu ya, bütün bunların nedenini soramıyordu. O da duymuştu çünkü Gugukkuşu’nu .
“Neden” dedi Ali. Gugukkuşu dedi ki;
“ Ben zaten uçamazdım Ali. Sarı Kenan’ın babası ayağına kavuşamazdı. Küçük Mustafa gelenleri zamanında haber verse de. Sarı Kenan Altınkuş’u kaçırmayı becerebilse de. Küçük Mustafa yakalanıp, sorguya kalmasa da. Ben zaten uçamazdım Ali. Benim kanatlarım tahta. Nasıl canım sıkılır içerde, karanlıkta bilemezsin. Ama uçamazdım. Altınkuş da uçamazdı. Annenin yanına uçuramazdı seni. Sarı Kenan’ı da. Küçük Mustafa’yı da.”


Seyit Usta gözlüklerini indirip, Gugukkuşu’nun artık ötmediğini anlayıncaya kadar, sokaklar boşalmış, gölgeler uzamış, yaşam onları bir tavla zarı gibi fırlatıp atmış, Ali çoktan kırık zamanların peşine düşmüştü bile.




SOKAK DÜŞLERİ – 2
-Büyülü Kuş-
“ bunca ölü
ölümsüz
bunca diri
ölü”
Yannis RİTSOS

Cıvıl cıvıl bir gün, sıcacık ter ve rüzgar kokusu. Sokaklar ne çoktu bu şehirde. Kaldırımlar hep onlarla dolu. Üst üste yığılmış yazgılarında, çelimsiz bedenleri, titrek sesleri, küçücük ellerinde sakızlar, selpaklar, omuzlarında boya sandıkları, bakışlarında dipsiz kuyular. Dolaşıyorlar. Kimi arsız sinekler gibi, kimi sessiz kelebekler gibi, konacak bir yer arıyordu.
Ali günlerce yüzüne yapışmış kederli bir maskeyle dolaştı. Konuşmadı. Susamadı. Acıkmadı sanki. Yüreği yaralıydı. Kanatları kırılmıştı ve canı acımıyordu artık.
Küçük Mustafa üç gün süren sorgudan sessizce çıkmış, bir anda büyümüştü. Duvarlarda dolaşan karanlıktan, sesini duyuramadığı bu sağır insanlardan, daha çok da kendi içinde büyüyüp kök salan kokulardan korkuyor gibiydi.
İkisi de Altınkuş’un adını anmıyor, olayla ilgili en ufak bir söz etmiyordu. Aralarında görünmez duvarlar örmüşlerdi. Birbirlerinin gözlerinde yakaladıkları acıyla karşılaşmamak için, bakışlarını kaçırıyorlardı.
Ali Küçük Mustafa’ya Gugukkuşu’nun anlattıklarını söyleyemedi. Küçük Mustafa da o gece olanları, karakolda geçirdiği geceleri bir iki cümleyle geçiştirdi. Sabahtan akşama kadar meydanda, boya sandıklarının başında oturuyor, gerekmedikçe konuşmuyor, hatta soluk bile almıyordu. Yalnız gözleri Sarı Kenan’a benzeyen birini seçerse, yürekleri titriyor, günler uzadıkça uzuyor, her seferinde umutları suya düşüyordu. Sarı Kenan’dan gelecek olan en ufak bir haberi, izi kaçırmamak için kulak kesilmişlerdi.
Ali sonunda dayanamadı.
“Onu bulmalıyız.” diye sayıkladı.
“Nasıl?” dedi Küçük Mustafa.
“Bilmiyorum.” dedi Ali.
“Olanları yeniden anlat. Sana inandılar yani. Suçlu olsan bırakmazlardı. O zaman, o da suçsuz. Hem bu hırsızlık sayılmaz ki.”
“Sayılır.” dedi Küçük Mustafa.
“Çocuk olduğumuz için bıraktılar olayın peşini. Onlar Altınkuş’u bilmiyorlar. Kuyumcunun altınlarını çalacağımızı sandılar. Üstelik Sarı Kenan’ı gördüler kaçarken.”
Sustular. Az sonra Ali bağırmaya başladı.
“Biri bilgi sızdırdı aramızdan. Anahtarı çalmayı başarmıştık. O saatte hiçbir polis dolaşmaz oralarda. Nasıl geldiler birden bire! Tam Sarı Kenan içeri girecekken.”
“Bizi dükkanın önünde görüyorlarmış zaten. Ahmet Ağbi de söylemiş; gelip saatlerce vitrinin önünde dikiliyorlardı, hepsi de iyi çocuklardır ama ne zamandır bir gariplik vardı bunlarda, bir hatadır, yaptılar işte, demiş. Yoksa...”
“Yoksa ne?”
Bu sefer Küçük Mustafa bağırmaya başladı.
“Hep senin o yalanların yüzünden. Sen hem zır delisin, hem de yalancısın. Yakalanan benim. Utanmasan ispiyonculukla suçlayacaksın. Seyit Usta’da deli. Seni bu hale o getirdi. Hiç kuş konuşur mu be!”
Küçük Mustafa bunu söyler söylemez dondu. İnandığı bir yemini bozmuş gibi korkuyla titremeye başladı. Bu sözlerin ağzından nasıl çıktığına kendi bile inanamadı. Ali de donup kaldı.Taş kesilmiş yüzünde, acı, korku, anlamsızlık, bomboşluk vardı. Küçük Mustafa ağlamaya başladı. Ağladıkça tıkanıyor, yüzü buruşuyor, gözlerinden boşalan yaşlar durmak bilmiyordu. Hırıltıya benzer bir sesle “öyle demek istemedim, öyle demek istemedim” diye yenileyip duruyordu.
Ali, Küçük Mustafa’yı öylece bıraktı. Akşama kadar sokaklarda ağır ağır yürüdü. Annesine yeniden kavuşamayacağını, Sarı Kenan’ın babasının hiçbir zaman koşamayacağını, Küçük Mustafa’nın hep küçük kalacağını düşündükçe, şu koskoca dünyayı avuçlarının içinde sıkmak, un ufak etmek geliyordu içinden. Sonunda dayanamadı. Altınkuş’u görmeye gitti. Vitrinin önünde dikildi. Gözlerini Altınkuş’un gözlerine dikti. Ondaki büyüyü, çevresindeki ışığı yeniden gördü. İçinden sular aktı... aktı... Biraz okşayabilseydi onu. Kanatlanacak, Ali’nin omzuna konup “cik cik” ötecek. Ali olanları anlatacak. O anda bütün kuşlar çevresini saracak. Gugukkuşu Ali’ye “sana söylemiştim, Altınkuş büyülü” diyecek. Hep beraber uçacaklar... uçacaklar... sonra...

Ali Altınkuş’u gördüğü andan beri biliyordu, büyülü olduğunu. Onun çocuk yüreği yaşamı kabullenmekte öylesine zorlanıyordu ki, sokakların acımasız kollarından sıyrılıp, düşleriyle avunabiliyordu ancak. Kocaman kara gözleri Altınkuş’u görür görmez, yüreği deli gibi atmaya başlıyordu. Bütün kuşların yorgun sevdalısı yüreği...
Ali’nin bildiği ve onun bildiğini Sarı Kenan ve Küçük Mustafa dışında hiç kimsenin bilmediği bu gizli dünyanın anahtarıydı Altınkuş. Gugukkuşu söylemişti bir gün Seyit Usta’da duymuştu bunu:
“ Eğer ona inanırsanız, birlikte uçacağız. Altınkuş hepinizin en çok istediği dileğini gerçekleştirecek” demişti.
Ali artık bütün kuşlara dargındı. Gugukkuşu zamanın yalancı bir sesi, Altınkuş ise vitrinin arkasında kıpırtısız,
ölü bir sokak düşüydü.

Duyduğu ayak sesinin nereden geldiğini anlamak için korkuyla çevresine bakındı. Bir gölgenin yaklaştığını gördü. Tam kaçacakken tanıdık bir sesle çınladı kulakları. Sarı Kenan iyice yaklaşınca inandı o olduğuna. Sevinçle sarıldılar. Vitrinin önünde biraz daha dikilip, sonra ıslık çalarak sokakların tanıdık karanlığında yürümeye başladılar.
Sabaha kadar dalgaların sesini dinleyerek kayaların üstünde oturdular. Sarı Kenan zayıflamış, yüzü iyice uzamıştı. Ali bir solukta her şeyi anlatmış, Küçük Mustafa’yı, Seyit Usta’yı, Ahmet Ağbi’yi kötüleyip durmuş, Sarı Kenan’ın kahramanlığını, korkusuzluğunu destanlaştırmıştı. Anlattıkça söylediklerine kendi de inanıyor, Sarı Kenan da bütün dünyanın onlardan haberi olduğunu, herkesin onu konuştuğunu, bilinç ve bilinçaltı bocalamalarla geçirdiği zor günleri unutarak hayretle dinliyordu. Az sonra bir düşten daha uyanacağını bildiği halde.
Ali soluk soluğa kalmış, Sarı Kenkalmış, Sarı Kennyasına çekilmişken kendine geldi. Gemisi batan bir kaptan ya da kalelerini düşmana teslim eden bir komutan oldu. Mağrur, sadece kendine yenik. Yüzü değişti, sesi kederlendi, Sarı Kenan kıpırtısız, dikkatle bekliyordu.
“ Altınkuş’un büyüsü bozuldu” dedi Ali.
“ Onu almayı deneyip, başaramadığımız için. Gugukkuşu dedi ki; artık ben uçamam, seni de uçuramam . Sarı Kenan’ı da. Küçük Mustafa’yı da.”
“Yazık oldu.”
“Yazık oldu.”

Dipdiriydi mavi. Güneş dağların arkasından ilk ışıklarını salıverdi. Ağaçlar kıpırdamaya, martılar uyanmaya başladılar. Uzun bir türkü söylüyordu dalgaların çoğalttığı köpükler. Beyaz... bembeyaz. Bir fotoğraf kadar kıpırtısızdı yüzleri; derin, herhangi bir anın içinde çerçevelenmiş, bekletilmiş ve sessiz. Bir fotoğraf kadardılar; davetkar, yorgun ve uzak renklerle aydınlatılmış.

Sokak Düşleri Öykülerinden

DÜŞTEN YOLCULUK

“ömrünün körpe çağında sevdalara acellenen çocuklar
haydi ilerleyelim yer açalım yeni düşlerimize”
Muzaffer SARIGÜL


Her şey sustu. Derin bir öfkeyle koşmaya başladı Mahmut. Koştukça kulaklarında rüzgarın sesi kamçılanıyordu. Köyden çıkıp, dere kenarına vardığında durdu. Soluklandı. Sesine kavuştu dünya. Mahmut sırtüstü uzandı otlara. Gökyüzünü seyre daldı. Uzaklarda bir kuş sürüsü havalandı. Gök kanada kesti, az sonra. Mahmut böyle dere kenarına uzanıp gökyüzünü seyretmeyi çok severdi. Baktıkça büyürdü, derinleşirdi mavi. Bedeni yok olurdu Mahmut’un. Bir kapıdan geçer, ışıklı masmavi bir yolda yürürdü sanki.
Tam böyle dalmışken bir ayak sesiyle irkildi. Yapraklar hışırdadı. Kimseyi göremeyince korktu. Ali de onu korkutmak için saklanmıştı zaten. Ali saklandığı yerden çıkınca Mahmut öfkelendi:
“Korkutun lan beni!” Ali gülüyordu.
“Yak Mıstık bir sigara...” dedi. Gülmesi geçmiş, yüzü bulutlanmıştı. Kafakağıdındaki adı Mustafa olduğundan Mıstık diye çağırırlardı onu. Mahmut söylenile gelen adıydı.
“Babandan mı arakladın?”
“He ya, ne sandın?”
Birer sigara yaktılar. Büyük adam edasıyla tüttürdüler.
“Bu iş olmayacak” dedi Mahmut.
Düşünceliydi. O küçük yeşil gözleri bir aydınlanıp, bir sönüyordu.
“Sus lan. Üç kuruşluk keyfimize ettin. Hele bir gelsin Keçi. Planımızı yeniden konuşuruz.”
Ali bunları söylerken ikisinin de gözü derenin köy tarafındaki kıvrımındaydı. Keçi; Topal Salih’in oğlu Enes’in takma adıydı.
Ağaçlar kışa soyunmuştu. Üşüyen halleri, çarpık gövdelerinden sarkan yalnızlıklara dönüşmüştü. Oysa öyle mağrur duruyor, her birinin dalları öyle bir şehvetle ğöğe doğru saçaklanıyordu ki, anlıyordu Mahmut; üşüyen gövdeleri değil, küçücük yürekleriydi...
Dağların öte ucunda silik bir leke bırakıyordu güneş. Kızıl bir acıyla bitiyordu gün. Garip bir boyun eğmişlik, garip bir sessizlikle başlıyordu akşam. Kıvrana kıvrana soluk alıyordu toprak. Yüreğinin ortasında yumruk gibi kaskatı bir boşluk duyuyordu Mahmut. Sanıyordu ki; bir gün bu boşluktan içeri düşecek, bağıracak ama sesini duyan olmayacak, düşecek, düşecek.... Bu duygu öyle dile gelecek gibi değildi. Ne yapsa, ne etse içini dindiremiyor, garip rüyalar görüyor, uykusundan ter içinde çığlık çığlığa uyanıyordu her gece.

Acı yeşil akıyordu dere. Ali suyun ezgisini bozdu:
“Hadi gidek oğlum, gelmeyecek bu deli.”
“ Gelir... Gelir...”
Az sonra göründü Enes. Sağa sola doğru yalpalanarak yürüyordu. Mahmut ve Ali kıpırdamadan yaklaşmasını bekledi. Ali Enes’in kızacağını bile bile:
“ Lan Keçi, baban gibi topal mı oldun sende?” diye dalga geçti. Enes sinirlendi. Ali’ye hucümlandı aniden. Ali kaçtı. Mahmut yatıştırdı arkadaşını. Enes homurdanır gibi konuştu:
“Mal güderken ayağımı burktum. Canım çıktı otlakta. Bir cigara verin de tüttürelim.”
İncecik boyunları uzadı karanlıkta. Karanlık yoğun bir sıvıydı ve canlıydı, dolaşıyordu aralarında. Üçünün de gözleri iyice çukuruna kaçtı. Güneş renklerini sürükledi gittiği yere. Dallar doğanın türküsünü ıslıkla çalmaya devam etti.
Diyor ki su: “Ben aziz ve berrak olanım. Önüme set vurulmaz. Rengimi gökten alırım, tuzumu topraktan. Akarım yıllar, yüzyıllar zaman değil ki bana. Gelip geçtim işte nicedir yanı başınızdan...”
Diyordu ki rüzgar: “Esenim bilmediğiniz yerlerden. Özgürlük benim beşiğimde sallanır. Duymadığınız bir türküdür kanatlarımda yoksul maceranız. Taşırım kendimi bıkıp usanmadan, dört bir yandan, dört bir yana...”
Diyordu ki toprak: “Bereketim, baharım, kışım, çiçeğim, dalım. Yaşamım ben ayaklarınızın altında. Ve koynumda ölüleriniz...”

Kara bakışlıydı Ali. Uzun kirpiklerinin ardından zorla sızardı gözlerindeki ışık. Aniden sinirlenir, hemencecik sinerdi. Geniş alnına sonradan yapıştırma gibi dururdu biçimsiz kaşları. Burnu hafif sola basık, çenesi alnına inat küçücük kalırdı yüzünde. Çelimsiz kolları uzun, bacakları ise çarpık ve kısaydı gövdesine oranla. Yine de sevince benzer bir anlam vardı yüzünde, aceleci davranışlarında.
Eve geldiğinde babası her akşamki gibi içki masasında yığılıp kalmıştı. Evin duvarları dinsel içerikli tablolar ile doluydu. Garip bir koku olurdu evde hep. Yemek, ter, gül suyu, ahır, içki, sigara kokularının ağır ağır birbiri içine sinmesiyle oluşmuş, kıvamı değişmez, o aynı koku. Bu koku Ali’ye dayanılmaz geliyordu artık.
Evde yapılacak iş bulamazdı. Sıkıntıyla oturmaktansa genelde geç saatlerde gelir, sessizce yatar uyurdu.
Çocukların yattığı odaya geçti. Herkes uyuyor sanmıştı ki Ayşe ses verdi:
“Abi nerede kaldın? Babam köpürdü epey...”
“ Geldik ya işte. Uysana sen!”
Kız içine çekildi. Ali de yataklıklarını giyip uzandı yer yatağına. Canı tütün çekti. Uyku tutmuyordu gözleri. Kalkmaya erindi. Düşler kurmaya başladı. Gideceklerdi. Mahmut, Enes ve o. Özler miydi köyünü? Özlerdi ya, olsun. Bu köyde hayat mı var? Herkes bunu demiyor mu? Hem babası döve döve canından bezdirmese neyse ne! Ama bu ev yaşanacak halden çıkmıştı bi kere. Ağabeyi de kaçıp kurtulmamış mıydı? Kurtulmuştu ya. Kaçan kurtuluyordu. Kalan ise sürünüyordu bir ömür. Sonra ılık bir suya daldı Ali. Nefesi yumuşadı, yüreği gevşedi. Uykuya bıraktı küçük bedenini.


“Bu çocuk dellendi mi ne kız ?” dedi Mahmut’un anası Vesile Kadın.
“Bi haller var üstünde.”
İlgilenip, lafına karşılık veren olmadı.
Komşu evin bahçesinde taşa oturmuş yün örüyordu kadınlar. Yeni gelin Fatma, çay dağıtırken, kollarındaki bilezikler şıkırdıyordu. Hafif rüzgar çıkmış, gök bulutla dolmuştu. Ali’nin anası Dürdane Kadın elini çenesine dayamış dinliyordu öylece. Hayattan elini eteğini çekmiş, olanla olmayanın farkı kalmamışçasına sessizdi.
Hava serinledi. Kadınlar üşümüyordu.Bu kadınlar kışın soğuk sularda çamaşır yıkarken de üşümezlerdi... Tarlada toprağı işlerken güneşten kavrulsalar da bana mısın demezlerdi.Yazgılarını öylesine giyinmişlerdi ki, yaşam ne getirirse getirsin sessizce boyun eğer, içlerine aktarırlardı gözyaşlarını. Tütün kırmak, pancar toplamak, hayvan gütmek, yorulmaksızın yapıla gelir, yaşam avuçlarından kayar gider, geride ıslaklığı kalırdı.
Bazen geçlerden biri nazlı nazlı süzülerek;
“Bizimki de hayat mı, elin karıları yaşıyor...” gibisinden laflar ederdi. Televizyonlardan görüp ordan burdan duyduklarıyla katılanlar olurdu bu sözlere. Yaşlı kadınlar koca gövdelerini toparlarken celallenirdi, yaka silkenlere:
“ Neler diyon kız, herkesi kedine mi benzetecen? Günahtır yaptığınız. Allah kadını kulluk etmeğe yaratmıştır. Boyundan büyük laf etme. İsyan eden cehennemde yanar harıl harıl... Tövbe... Tövbe...”
Sonra hep bir ağızdan tövbeler çekilir, işlenen günahtan dönülüverirdi. Böyle böyle konular hep dağılır, evine yeni bir eşya alan varsa uzun uzadıya anlatıp hava atar, çoluk çocuk, ekmek, aş derdi unutulur, onun bunun namusu çekiştirilir, herkes derdinden sıyrılırdı.
Neden bugün atamıyordu içindeki sıkıntıyı Vesile Kadın? Kendini öyle hükümsüz hissediyordu ki, birden yere düşüp cam parçası gibi dağılabilirdi. Oysa buna hakkı yoktu. Eve döndüğünde bi dolu iş vardı onu bekleyen.
“Bana müsaade...” demesiyle, kalkması bir oldu. Şişman gövdesini ağır aksak sallaya sallaya komşu evin bahçesinden, kendi bahçelerine geçti. Mahmut’u izledi bir zaman. Çocuklara baktığında içi burkulurdu. Yoksulluk nasıl da akıyordu üzerlerinden. Ne kadar temiz olabilirdi ki bir köy çocuğu? Ayaklarında çamur, tırnak aralarından pislik, yüzlerinden çıban nasıl eksilirdi.?
Sanki bilirdi bu çocuklar; yaşamın onlara nasıl da haksızlık ettiğini. Yolun başında görmedikleri, sahibini bilmedikleri ve öğrenemeyecekleri bir elin tersiyle geriye itilmiş, soru sormaları yasak edilmiş, bilmek istemeleri engellenmiş, öğrenmelerinden inatla korkulmuştu. Buna rağmen sazlıklara vuran ay ışığı olup, nasıl gülüverirdi gözlerinin içi ufacık sevinçlerde.
Mahmut toprağa oturmuş, elindeki çomakla anlaşılmaz şekiller çizip, sonra siliyordu. Başka bir dünyaya geçmiş, bu dünyadan sıyrılmış gibiydi. Anasını görünce boş gözlerle baktı durdu.

“ Ana” dedi. “ Ben gidiyom.”
“ Git oğlum gecikme ama, baban köpürür.”
“ Yok ana öyle değil.”
“ Nasıl koçum, nasıl aslanım.”
“ Dönmeyecem.”
Vesile Kadın “ ah, vah” etmeye başladı.
“ O ne demektir Mahmut’um.”
“ Dönmeyecen evine he mi? Sen dellendin mi oğul? Ananı öldürmektir niyetin?”
“ Yok ana ne diye öleceksin ki?”
“ Sen gidecem diyon he mi?”
“ He ya, uzaklara gidecem. Şaşmayasın diye söyledim.”
Vış çekti Vesile Kadın. Yakasına yapıştı oğlunun.”
“Yürü hocaya gidiyoz. İçine cin mi girdi vah yavrum? Okutup, üfletmek gerekir seni. Yürü hızlı yürü eşşeoğlu ...”

Enes yayladan döndüğünde gün bitmek üzereydi. Babası hasta olduğundan evin tüm işine o bakar olmuştu. Zaten pek erken yaşta, küçücük omuzlarıyla çocuklar yüklenirdi babalarının işlerini. Yarın büyük gündü. Kalbi fırlayacakmış gibi çarpıyordu düşündükçe. Enes köy dışında ilçeyi görmüştü yalnız. Emmisinden duymuştu büyük şehri. İnsan kaynarmış sokaklar, karılar, kızlar cıbıl cıbıl gezermiş, binalar büsbüyük, arabalar sivrisinek kadar bolmuş. İstanbul cennet derdi emmisi. “ Bizimki de hayat mı?” Yarının gelmesini bekliyordu Enes. Televizyonda görüntüler değişiyor, anası kardeşini dövüyor, küçük kardeşi tırnaklarını kemiriyor, Enes aynı evde onlardan uzakta sadece zamanın geçmesini istiyordu.

O sabah üç evde de farklı zamanlarda aynı sahne yaşandı. Anası önce Ali’nin yokluğunu önemsemedi. “Dellendi de, yine kıyıya köşeye tütün içmeye, kız gözetlemeye kaçtı...” diye geçirdi içinden. Enes hep erken çıkardı evden. Bu nedenle doğaldı yatağındaki boşluk. Mahmut’un yatakta olmadığını gören Vesile Kadın ise yırtınmaya başladı hemen.
“ Amanın oğlan kaçtı, dediğini yaptı! Komşular yetişin! Vah başım!... Vah çileli başım!...”
Dövüne dövüne evden çıktı.


Akşam oldu. Her zamanki gibi oldu akşam. Köy meydanı yavaş yavaş boşaldı. Ortalığı karanlık bastı. Yalnız üç evde ortak bir bekleyiş vardı. Saat ilerledi. Vesile Kadın yerinde duramaz oldu. Muhtarın kapısını çaldı. Kocasıyla arası açıktı muhtarın. Aynı partiyi tutmazlardı. Muhtar oralı olmadı. Başından savmaya baktı . Muhtarın yeni karısı ayıp olmasın diye yatıştırmaya çalıştı Vesile Kadın’ı.
“Bi yerde lafa dalmışdır. Çocuk işte. Gelir, az bekle hele...”
Vesile Kadın söylene söylene eve döndü.
Ertesi sabah oldu. Ali de ortada yoktu, Enes de , Mahmut da. Çocuklardan ne bir ses kalmıştı geride, ne de bir iz... Uçmuşlardı sanki.
Köylüler muhtarın bakkalında toplandı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Gün boyu köyü didik didik aradılar, yok. Dere kenarına baktılar, yok. Yaylaları gezdiler, yok. Sonunda jandarmaya haber ettiler. Jandarma çocukların babalarına sorular sordu. Babalar yarım yamalak yanıtlar verdi. Analar dövünüp durdular. Vesile Kadın’a bi haller oldu. Bir kuş uçtu içinden, tutamadı. Bir çiçek koptu bahçesinden, koklayamadı.

Ertesi gece geç vakit muhtarın kapısı çaldı. Muhtar uykudan yarım uyanmış gözlerle açtı kapıyı. İki er duruyordu kapıda. Söze nasıl başlayacağını bilmez gibi duruyorlardı.
“ Muhtar emmi” dedi sonunda, uzun boylu olan. “Şu kayıp çocuklar var ya...”
Muhtar sinirli ve bu nedenle uyandırılmış olmaktan öfkeli bir tavırla :
“Nerde çıktı köpoğulları?” dedi.
“ Dur hele... Emin değiliz, bi haber var da...”
Muhtar önemli olduğunu anlayınca ilgilenip, heyecanlandı.
“Yahu geçin içeri de söyleyin, çatlatmayın adamı...”
İçeri geçtiler. Kısa boylu olan ilgisizce evi incelerken, uzun boylu devam etti.
“Anlatılanlar uyuyor ama, kesin diyemeyiz. Biz yine de haber edelim dedik.”
Muhtar çıkıştı:
“Ne geveliyorsanız, söyleyin artık.”
“Dün gece bir kamyonla bir otobüs çarpışmış.”
“ Ee …”
“ Kamyon devrilmiş. Otobüs şoförü ve iki yolcu ölmüş. Kamyon şoförü ucuz atlatmış kazayı. Kamyonun kasasında da biri ölü, ikisi ağır yaralı üç çocuk bulunmuş. Tarifler kaybolan çocuklarınkine uyuyor.”
Muhtar dondu kaldı.
“Ölen hangisi acaba?” diye düşündü.

Acı acı öten bir kuş sesi çarpıyordu pencerelere.

21 Şubat 2009 Cumartesi

trenler, çocuklar ve diğerleri...

eylül güncesi*

Konuşurken de susuyoruz. Ağaçlar alışılmadık bir ezgiyi dillendirir gibi dökülüyor yaprak yaprak. Aslında sadece ağaçlar değil boşalan, ıssızlaşan. Karanlığa sinen sokaklarda, evlerde, bekletilmiş, unutulmuş, kırılmış, ürkütülmüş, susturulmuşuz. Yapraklarımızı döküyoruz eylüle.

Televizyon ekranına söyleniyor:
“İyi oldu iyi. Çok azıtmıştı bunlar. Susturmak lazımdı bu anarşistleri.”
“Öyle deme” diyorum. “Genç onlar. Yürekleri coşku dolu. Aslında hepsi seviyor ülkesini. Oyun bu. Kocaman ellerde küçücük yaşamlar.”

Örgümü bıraktım. Hâlâ gelmedi. Işığı da yanmıyor. Dün gördüğümde dalgalı kumral saçlarını bir bereyle örtmüş, sarı yüzünde dalgın bir kederle yürüyordu. Gece gelmiş olsaydı çiçekleri sulardı mutlaka. Balkona çıkardı.

Başka bir yolu olmalı. Sana ulaşmanın, seni bulmanın bir yolu olmalı. Bekliyorum. Yaşamımın tek özeti bu sözcük. Her sevda beklemektir belki. Katılaşmış, islenmiş, buğulu bir bekleyiş. Herkesin bir yangını var. Yanıyor.
İçim öyle susuz ki. İnanan bakışlarındaki umut beni çağırıyor. Vazgeçme, direnmelisin, diyor. Koşuyorum peşinden. Sonra yapayalnız uyanıyorum.
S. geliyor sık sık. Öğütler veriyor. Umutlu olmamı söylüyor.
Polis yüzlerinden yapışkan acı veren bir parlaklık yansıyor. Mutlular.
Mutluydular, diyorum S.’ ye. Bize yaptıklarından mutluluk duyacak kadar....
Sayıklıyorum sanıyor. Bilincim yerinde oysa ki.
Aç yaşayamayacağımı, güçlü olmam gerektiğini söylüyor. Bunları günde kaç kez duyuyorum kim bilir?
Bitirdim sizin sevda, aşk, umut, bekleyiş dediklerinizi.
Yorgunum, diyorum. Bir hırka atıyor omuzlarıma.
Anlamıyor bir türlü nedenini. İnsan neden durup dururken ateşe atar kendini? Neden böyle boyundan büyük işlere kalkar? Yanacağını bile bile...
Değer miydi bu acıları çekmeye?
Korkuyor, soramıyor bunları. Bakışlarında gidip gelen yanılgılarla acıyarak bakıyor yüzüme sık sık. Kaybedilmiş, yazık olmuş biriyim ona göre.
Uyusam. Yağmur yağsa. Açsam kapıları. Işık. Gözlerinden geliyor. Sesinin türküsü bu.

Ev gezmesine gitmiyoruz akşamları. Genelde televizyon karşısındayız. Radyonun tek eğlencemiz olduğu günler geride kaldı. Renklisini alınca televizyon izlemeye gelen giden çok oldu önceleri. Şimdi çoğaldı mahallede renkli televizyonlar. Bir ekranla ayrılmışız yaşadığımız andan. Bize sunulan kadarıyla yetinerek.

“Çok şükür rahat ettik, hanım. Dünkü .....lar adam olmuş memleket kurtaracak. Asker de olmasa kim ezecekti bu solcuların başını? Bizim gençler neyse ki sahip çıktı vatana. Sizi gidi dinsizler...”
Öyle deme. İyi çocuklardı hepsi de. Ellerinde kitaplarla dolaşır, saz çalarlardı. Nerelerdeler şimdi? Ne oldu mahallenin gençlerine?
Soluk hüzünlü bir akşam. İçime yalnızlık yürüyor. Kavga sesleri, silah sesleri , koşuşmalar, bağırışlar yok. Huzursuzluk veren başka bir bekleyişte gibiyiz. Suskunluk zamanın kıvamını yoğunlaştırıp, başımızı kaldırmamızı, ötelere bakmamızı engelliyor. Fısıldaşarak yorumlar yapılıyor. Kapı önlerinde kadınlar. Sokağa çıkma yasağı bitti. Yine de kimse adımını atmıyor güne.

Kapı sesi. S. Geldi. Zamanı algılayamaz oldum. Perdeleri kapatıp, loş odada aç, susuz saatlerce uyumuş olmalıyım. Midemdeki sancı burkularak içime doğru akıyor.
Birini buldum, diyor. Sana haber ulaştıracak. Umutsuzum. Oysa sevinmem gerek. Belki izini buluruz.
Kim? diye soruyorum. Yanıtlamıyor.
Bir hafta kadar zaman tanıdı, diyor.
Kalktım. Çiçekleri suladım. Hafif hafif çiseleyen yağmuru seyrettim. Günlerdir duymadığım bir huzur ve dinlenmişlikle esintiye daldım.
Yokluğun birlikte yaşadığım başka biri oldu bu evde. Canlı, soluk alıp verişini duyduğum. Acıkan susayan ve benimle beslenen.

Günlerdir ilk kez çiçekleri suladı. Siyah bir hırka giymiş yine. Saçları toplu. Dalgınlık yüzünde esmerleşmiş. O beni görmüyor, duymuyor, tanımıyor, bilmiyor. Yaşamımda nasıl yer etmiş olduğundan habersiz.

Geceleri A. uyuyamaz oldu. Nefesi hırıltılı, göğsü sancılı. Gittikçe huysuzlaşıyor. Gün boyu evin içinde, acı çekerek, sinirli, huzursuz dolaşıp duruyor. Ona bakarken zamanı görüyorum. Geçip gitmiş, içimizden akmış, kayaları oyan sular gibi dalgalı, hırçın, avunmak bilmeyen. Birlikte geçirdiğimiz yılar koca bir ömrün uğuldayan yankısı. Umut, büyüttüğümüz çocuklar, emekle, inatla tutunduğumuz.

Ya onsuzluk? Sarmaşıklar gibi sarmış içimi. Devamlı buyuran, isteyen, hor gören sesi.
Birbirimizin ne kadarını gördük A. ? desem. Ne kadarını söyledik sözcüklerimizin? Peki neden susturdular sokakları? Susturdular neşemizi.
Yastığa başını koyduğunda bir ömrü kesip kesip içine atıyorum ilaçlarının.

Biraz yürüdüm bugün. Havalar serinledi. Aslında her yer bomboş. İnsanları da silkeleyip boşaltmışlar. Dalgalar çekilmiş. Kumlarda izini arıyorum.
S.’ nin söylediği kişiyle görüştüm. Anlamsız bir yüz, dönüp duran gözbebekleri renksiz. İri yarı gövdesine kaba saba davranışlar oturtmuş. Önemli sanıyor kendini karşımda. Yalvarmamı falan bekliyor belki. Bacım, deyip inceliyor kaşının altından fırlattığı bakışlarla. Buluruz, istersek, merak etme sen. Ölmediyse eğer, diyecekken sustu.
Kalkıp sokağa attım kendimi.

Sobaları kurmak gerek. Akşamları soğuk bastırmaya başladı iyice. A. biraz gülümseyerek konuştuğunda daha kolay oluyor işim. Haberleri seyrederken meyve yiyoruz. Eskisi gibi söylenip durmuyor. Geçmiş olsuna gelenler atlatacaksın, diyorlar. İyi gördüm seni, diyorlar. Yüzünde çocuksu bir saflık , seviniyor. İyi dostlar edindik yaşamımız boyunca,eskimeyen. Şimdi sevmediğimi sandığım insanları bile sevmiş olduğumu anlıyorum.

“Hanım”, diyor “kurtulurum, diye boşuna heveslenme, yırttım kefeni yine...”
Gülerken tıkanıyor sonra uzun bir öksürükle. Yüzü sararıyor.
“İçmeseydin şu mereti yıllarca olmaz mıydı ?” diyorum.
“Hadi hadi su getir. Dır dır etme”, diyor.

Konuklar gidince daha da uzuyor gece.
Duyduğumuz bağırışlardan sonra kapının gümbürdeyişini anımsıyorum. Peşimdeler, açın kapıyı diyen sese koşuyorum. Açtırmıyor kapıyı A. Anarşistleri mi koruyacaksın kadın, diyerek üstüme yürüyor. Silah sesleri. Ortalık durulup, polisler gelince kaldırımda ölüsüne bakarken tanıyoruz. Liseyi beraber okudular bizim çocuklarla. Şimdi birbirlerinin ölümüne bile üzülmüyorlar. Ağlayamadan bakakalıyorum alnından süzülen kana.

Pencereden bakınıp unutmak istiyorum o geceyi. Kendimi unutmamın bir yolu onu izlemek. Işığı yanmıyor. Oysa evde olmalı. Uyumuş mudur? Eriyip su olacak diye korkuyorum. Damlayıp düşecek kendinden. Geleni gideni iyice azaldı. Bir delikanlı var yalnız devamlı uğrayan.
Çalsam kapısını. Kızım, desem. Sana yiyecek bir şeyler getirdim. Haline dayanamıyorum. Benim de senin yaşlarında çocuklarım var. Uzaktalar. Beklemek güçlü olmak demektir. Her kadın beklemeyi bilir. Acıyı bilir.

Seni tutuklayıp götürdükleri gün öfkeliydin. Kalabalıkta kaybettim sesini. Kaçtığımızı hatırlıyorum bir grup arkadaşla. Sıcak bir su dolaşıyor bacaklarımda. Elimi sürüyorum. Kanmış.
Kaçmasaydım. Aynı sorgu için aynı arabalara atılsaydık. Aynı yanıtsızlığa bakarak .
Zamanın ellerini bıraktım. Aklım ve yüreğim birbirinden koptu.
Neden dışarıdayım? Beni neden bıraktınız? diye sokakta bağırdım bir polise. Kafasını salladı, deli mi ne diyerek.
Havalar soğudukça korkum artıyor. S. gelirse sobayı yakıyoruz. Onun bu iyi yürekli bağlılığını anlayamıyorum. Yıllarca azımsadığım bir basitliği vardı. Mutlu bir gülümseyişi. Şimdi gülmüyor. Katlanamadığımı anlayınca susuyor. Sanki beni yaşama bağlamak işini edinmiş kendine.
Kimseyi arayıp, sormuyorum. Kimse de beni aramıyor. Hırçınlığımdan kaçıyor olmalılar. Belki de korkudur bunların nedeni. Korkmayı öğreniyoruz.
İçerdekilerin ziyaretine gitmiyorum. Acı veriyor. Sensizlik oluyor her yüz.

Öylesine bir sabahtı. Uyandık. Sobayı yaktım. Sofra kurmak için mutfaktaydım. Korku verici bir ses. Koca adam nasıl devrilip düşmüş. Yatağın kenarına yığılmış. Kucaklamaya çalıştım. Olmadı. Yere uzattım. İnleyerek soluyor. Telaşlanmadan komşuyu çağırdım. Yatağa taşıdık. Doktoru aradım. Bir de çocukları. Ne olur ne olmaz. Babanız iyi değil pek, dedim.

“Ne telaşlandırdın milleti kadın. Bir şeyim yok. İşinden gücünden ettin çocukları.” diyor.
Bir yandan da ilgiden memnun. Çocukları, torunları yanında ya yüzü gülüyor.

Kapı çalıyor. Uykudayım sanıyorum. Kokun. Işığın. Başım dönüyor. Uyanmamış olmalıyım.
Zayıflamışsın. Derin bir suskunluk aramızda. Aylar sonra. Beklemekten tükendiğim bir anda yanı başımda oturuyor oluşuna bakakalıyorum.
İçimiz dışımıza akmış. İrinli bir yara gibi kanatmışlar gençliğimizi.
Oysa gülümseyişin hâlâ çocuk. Korkutamamışlar seni. Yitirmemişsin sesini sesin.

Eylül 2006
*Ardıç Kuşu'nda yayınlandı

trenler, çocuklar ve diğerleri...

avlu*
Karanlığı yırtan mavi bir ışık peşinde koşuyorum. İnsanlar düşle gerçek arasında gidip gelen gölgeler. Dokunduğumda garip bir sızıyla bakıyorlar yüzüme. Acı verdiğimi duyumsayarak çekiyorum ellerimi. Ellerim çaresiz.

Uzun bir yolculuk oldu. Yıllar aldı. Yol boyu içimin duvarlarına çarpan, kırılan, köpüklenerek geri dönen anılar, yüreğimi yordu. Şehrin sıcaktan buğulanmış, gördüğünü algılayamaz olmuş, iri kara gözleri, karşımda, yıllar süren bir yolculuk sonrası yorgunluğuma aldırmayarak, ışıldadığında sözcüklerin bittiği kapıda durup, çalmadan kendiliğinden açılmasını bekliyor gibiydim.

Ölümün kucağından inip, yeryüzüne tutunma uğraşımla geçen gençlik yıllarımı, geride bırakmış, büyümüştüm işte. Çocukluğun ikiye ayrıldığı bir sınır vardır, ölümle sokakta oynarken tanışanlar için. Biz öyle tanışmıştık kendisiyle.
Burası babamın şehri. Babamla annemin tanışıp, aşık oldukları, evlenip bir süre yaşadıktan sonra bir daha dönmedikleri şehir. Yıllar önceye akan bir tünelden geçiyoruz. Siliniyoruz.

Tek katlı evimizin sokak kapısı oda biçiminde geniş bir hole açılırdı. Yaylı iki divan L şeklinde durur, genellikle pencere kenarında otururduk. Pencereden dışarıyı seyrederken, bir çocuğun anlatılmaz yalnızlığıyla dolu yanıtsız sorular sormaktan yorulup, unutulmak isterdim.
Yitirmeyle kavuşma arasında bir duyguyla dokunuyorum aydınlığına o günlerin. Sesi ve ışığı birbirinden ayırmak için. Gölgeler karışıyor. Annem oluyor, babam, kardeşim, öğretmenim, arkadaşlarım... Kara önlükler içinde sıra olup, zararsız hale gelmek için eğitiliyoruz. Anlamsız kurallarla ezilerek, duygularımızdan arınıp, istenilen gibi davranan, doğru yanıtları verme telaşında heyecandan titreyen çocuklara dönüşüyoruz.
Oyunlarımızı seviyorum. Çamurdan yaptığımız yollarda akan suların, engelleri aşıp gidişini seyretmeyi. Çocuk olmayı seviyorum. Saatlerce konuşarak oynadığım bebeklerimle, yalnızlık anlarımı düşsel bir sahnede renklendirmeyi başarıyorum. Garip bir önseziyle özünde hep mutsuzluk olan bir yaşantıda sürüklendiğimizi duyumsuyorum. Annemle babamın kavgalarından anlıyorum bunu. Ürküyorum, insanların o gülen yüzlerinin yerine, kötü ruhların eline geçmiş gibi bağırıp, çağırırken, öfke ile kızaran yüzleriyle karşılaşınca.

Bu anlar geçince, yeniden eskisi gibi olunca yaşam, annemin söylediği şarkılarla bahar geliyor. Ağaçlardan kuşlara, kuşlardan çiçeklere, kelebeklerden karıncalara uzanan yürüyüşler yapıyorum. Karanlıkta yıldızların baş döndürücü seslerine kulaklarımı tıkayarak nefes nefese koşuyorum. Olmadık zamanlarda hissettiğim bir haykırma güdüsü bu. Gelinciklere gömülüyorum. İnciterek sevmek ister gibi oturuyorum aralarına, onları ezdiğimi bilerek. Rüzgârı küstüren duruşları kalıyor anılarımda. O çocuk ruhumla anlıyorum ki, gelinciklerin bu sızılı bakışlarından anlıyorum ki, bir parçamda hep bu yalnızlık olacak.







Ellerim için üzülüyorum. Tıkalı bir lavabo açılınca suyla birlikte dönerek akan kalıntılar gibi uğultulu bir sessizlikte karanlığın dibine doğru sürükleniyorum. Kat kat, duygu duygu, anı anı yok oluyorum.

İstanbul’ a gitmek için kapıda eğilip, öperken ne istediğimi soruyor babam. Bebek istiyorum. Gelinlikli. Ne büyük bir düş böyle bir oyuncak. Annemin açık gri pardösüsü. Simsiyah ışıltılı saçları. Birlikte çıktıkları kapıda gidişlerine bakakalıyoruz kardeşimle.
Döndüklerinde oyuncak bebeğime kavuşuyorum. Adı Suzanna. Etiketinde yazıyor. Annem Suzan olsun bari de Türk ismi olsun, diyor.
Babamın gittikçe sararan rengini ve ameliyat dönüşü neredeyse birden bire erimiş gibi zayıflamış oluşunu anlamlandıramıyorum. Biz oyun oynarken o, ölüme yürüyordu sessiz sessiz. Yüzüne bakamıyorum. Sesi kısık, konuşurken çok zorlanıyor. Gül kurusu kadife koltukta oturuyor. Aylarca orada oturdu öldükten sonra da... Senin için geldim, kızım diyor. Sonra su istiyor. Mutfağa annemin yanına gidiyorum. Gözlerim iri iki göz yaşı tanesine dönüşmüş. Ağlama diyor, annem. Baban üzülür sonra. Babamın yanına dönüyorum. Kalbini dinletiyor. Mekanik bir saat işliyor sanki içinde. Pil taktılar kalbime, diyor.

Mutluluk yalnızlığımı giyinen acımasız bir düşman. Ona kanmak, büyüsüne kapılmak ne kadar kolay. Sararmış bir fotoğrafa dönüşüyor. Okul giysileri ile şiir okuyan bir bayram çocuğuna dönüşüyor. Kaygılı bir anne ile gülümsemeye çalışan bir kız çocuğu. Ölümün gri dumanı sarmış yüzleri, yürekleri. Zaman buğulu bir aynada saçlarını tarıyor.


Çok aydınlık bir evdi çocukluğumuz, oyunlarla dolup taşan. Mevsimin en tatlı meyvelerini saçan ağaçların altında büyürken, o anların bir daha yaşanamayacak mutluluğunu yıllar sonra çok uzaklardan seyredeceğimizi bilmiyorduk.
Babam zamanla toparlanıp, dinçleşti. Kimsenin hasta olduğu için ona ayrıcalıklı davranmasına izin vermeyecek kadar gururluydu. Çok kısa sürede çalışmaya başladı yeniden. Böylece okul dönüşlerimizde açık yeşil pijamasıyla, onu evde ya da evin giriş merdivenlerinde kendi özel suyunun durduğu testiye eğilip, su alırken çok fazla göremedik. Madene indi inatla, masa başına verilmeyi kendine yediremedi. Yine babaları evlerine taşıyan maden servisinin durağında beklemek, onu görür görmez koşarak sarılmak oldu günün en sevdiğimiz işi. Sonradan annem durakta saatlerce beklediğimizi, babamız gelmeyince ağlayarak eve döndüğümüzü ve neden gelmediğini sorup durduğumuzu, yıllarımızı geçirdiğimiz bu güzel siteden taşınma gerekçesi olarak anlattırdı. Bir gün de onu okuldan dönerken merdivenlerde testiden su doldururken gördüğümü anımsıyorum. Öyle yakın, öyle canlıydı ki, gerçekten ölmediği için çok sevinmiştim. Biliyordum ölmediğini, diye diye koşmuştum hayaline doğru.

Yaşamının son günlerinde neler düşünürdü, gözlerini kısarak uzaklara dalıp gittiğinde? Neden bu kadar üzerdi annemi? Sevgiden mi? Onsuzluğa, yaklaşan yolculuğun yalnızlığına katlanamayacağını bildiğinden mi? Korkudan mı? Kalbindeki pil sesinin anımsattıklarından mı? Ben ve kardeşim henüz çok küçük olduğumuz için gitmeyi göze alamadığından mı?



O günler kapkara boşluklarla dolu belleğimde. Genelde yaşananlarla anlatılanlar birbirine karışmış, gerçekler sisle boğulmuş ve geride çekilen dalgaların bıraktığı birikintiler gibi sözler, yüzler, bakışlar, duruşlar, susuşlar kalmış. Annem ameliyat için, bir aile dostumuzun arabasıyla İstanbul’ a gittikleri gece, cama bir baykuşun çarptığını anlattıktan sonra, bunun kötü bir alamet olduğunu sezinlediğini söylerdi, kendi kendine itiraf eder gibi. Genç bir annenin çocuklarını annesinin bakımına bırakıp, karanlık bir yolda hasta kocasının yanında suskun bir yolculuk yaparken, cama çarpan baykuşun çıkarttığı sesle nasıl irkildiğini düşünmek içimi sızlatır. Onun babamın hastalığı nedeniyle geceleri uyuyamaz olduğunu çok geç keşfettim. Bütün gece inler, sayıklar yatakta döner dururdu, diye anlatmıştı. Babamdan sonra yemek ve uyku saatleri olmadı evimizde. Anneminse kendine özel ne bir odası, ne bir dolabı, ne de özel eşyalarının durduğu bir çekmecesi oldu. Oraya buraya koyuverdi eşyalarını, kendisini geçiştirerek yaşamayı ve çok sigara içmeyi bir yazgı gibi giyinmeyi seçti.

Yaklaşıyorlar. İri gözbebekleri, kanlı akıyla, aynı bakan gözler. Şehrin üzerini kara bir örtü gibi saran ve güneşi gizleyen bulutlar. Basılmış kardan arta kalan çamurlu, buzlu yollar ve bu kirlenmişlik kokusu. Bu yaşamın gelip geçen acıları. Alışır gibi yaptığımız oysa yüreğimizde biriktikçe tabakalaşan umutsuzluklar. Acı çeken bir ruh dolaşıyor içimizde nicedir.

Büyüdükçe yanımda taşımaya alışacağım; ezikliğimi, kuşkularımı, umutsuzluğumu. Yıllarca aynı yolda serin bir akşam üstü rüzgârına sırtı dönük koşan ve gelinciklere varınca insanlardan kurtulduğuna sevinen o çocuk olacağım. Bunu yalnızca bir pencere kenarında unutulup, ağaçların deli dolu kıpırdanışları ile avunan ve bir gün büyük bir sırrın önünde eğilip, avuçlarında o sırrın çözülüşünü gizleyen ve bu sırrı insan yüreğindeki o anlaşılmaz yaşamak tutkusuyla mucizevi bir sevdadan çoğaltmış biri anlayacak. Asla geri dönmeyeceğini bilerek beklemenin ne demek olduğunu bilen biri. Çocukluğunda gömdüğü ölü bir insan yüzü ile yaşamın herhangi bir anında takılmış, ele geçirilmiş, sevildiğinden daha çok sevmiş bir çocuk. Soluğunda gelinciklerin telaşını üfleyen , huzurlu bir uykudan uyanıp, nerede olduğunu anlamaya çalışan.

Burası babamın şehri. Sıcak üzerimize çullandıkça inatla ve konuşmadan yürüyoruz. Yalnız arada bir Remzi “Bütün gece uyumamışem. Dayıma söz vermişem. Ayağının tozuyla kızını sana getirecem demişem.” diye yineliyor, duyulur duyulmaz bir sesle. Uzun yıllar süren bir yürüyüşten sonra ölülerin huzurunu bozmamak için sessizce giriyoruz mezarlığa. Hem sondayım hem de pırıl pırıl bir başlangıçta. Hem yaşayan bir beden hem de gittikçe ölen bir ruhum.
Hiçbir mezar taşının bu kadar mağrur, bu kadar razı bir duruşu olamaz. Huzurla gülümser gibi ağlıyorum. Ağlıyorum. Sözcüklere kavuşur gibi. Kendime sarılır gibi. İş dönüşü servisten indiği durakta yıllardır beklemişim ve birden bire o çıkıp gelmiş gibi.
Sonra bir taş evin avlusuna varıyoruz. Aslında o kadar çok dinlemişim ki anılarımda capcanlı bir ev, bu bütün bir sokak. Bu daracık akan ve geçmişi yaşayan ara yollar. Bu sokaklardan ilk geçişim, bu kapıdan ilk girişim olamaz.
Sarılmalar... Tanışmalar... Ne çok ağlıyoruz kadınlar...Ne çok susuyor erkekler... Ne kadar mutlu çocuklar... Dolup taşan bir odada ne çok yalnızız.
Sanki ev bu taş avlusu , sedirleri, damına çıkılan çiçekli merdivenleri, tüm yaşayan odaları, duvarlarda asılı ölmüşlerin fotoğraflarıyla babam kokuyor. Ne çok öldük, ne çok azaldık, diyor. Gölgeler kalmış geride, dokunamayan, gören, duyan gölgeler, evin içinde dolaşmaları yadırganmayan yaşlı ölüler. Hep genç kalmışlar. Kendi boyutlarından zamanı seyrediyorlar.

Uyandığımda sesin baş ucumda bekliyor. Işıl ışıl bir sabah gibi
dökülüyor ellerimden dokunuşun. Anların ve tüm yaşanmış mekanların, sözlerin ve tüm söylenmemişlerin, varılmış yolculukların, ulaşılmamış düşlerin, insanlığın bir insan ömrüne sığdırılmış tüm acılarının ötesinde, öldüğün gündeyiz. Silkeliyorum üzerimden çocukluğumu. Ve o anda yalnızca, öylece bir karşı duruşla, sonsuzluğu sunuyor bana gözlerin.

Beni çağırıyorlar. Yıldızlara bata çıka uyumaya çalıştığım damdan inerken seslenenin Aysel Abla olduğunu anlıyorum. Yıllar önceden yıllar sonraya iniyorum basamak basamak ... Her basamakta renkler başka tonlara dönüyor. Bu sancılı yaşamların arasında görünmez bir su dolaşıyor. O suya taş atıyoruz çocuklarla. Sesleri yankılanıyor. Taş avlunun sınırları yok. Zamanın dokunamadığı bir köşesindeyiz yeryüzünün. Soyutlanmış, yalnızlıkla örülmüş, dilsizliği her şeyi biliyor olmasından. Sonsuzluğun içinde unutulmuşuz.
Basamakların bitişindeki tenekelere ekili çiçekler kaderlerine razı bir suskunlukla seyrediyor avluyu. Dut ağacı her yeri sarıp sarmalayınca Ahmet Amca kesmek zorunda kalmış yıllanmış ağacı. (Onun iki büklüm duruşu , zayıf yüzü geçmişten sarkıyor... Ölen tüm akrabaları tanıyan tek kişi.) İçim sızlıyor. Halbuki ben bu avluyu hiç görmemişken henüz, düşlerimde hep o anlatıla gelen haliyle, koca bir dut ağacıyla kucaklanmış, gölgesiyle dolup taşarken anımsıyorum. Ağacın kesilirken damarlarına saplanan acı burkularak ilerliyor içimde. Düşün içinden sıyrılıp, asılı çamaşırların altından geçerek kuyunun başında buluyorum onu. (Bu çamaşır ipine astığım gömleğin cebinden eve dönünce bir şekerlik maşası çıkacak. Çocukların işi olmalı diyerek gülümseyeceğim.)

“Kuyudan su çekiyorum Gel sen de çek.”

İçerisi ne kadar serin. Boş kovayı atıyorum, şangırdayarak suya varışını bekliyorum.Sonra kolu çeviriyorum.

“Buz gibidir ha...”

Kuyuya eğilip baksam... Karanlığında kendimi görsem... Buradayım işte desem... Büyüdüm ve geri döndüm. Annemin evin işi için tek su kaynağı olan kuyudan belki türkü söyleyerek su çektiği günler, babamın gençliğiyle birlikte uzaklardan yanıtlar mı sesimi?

Sabahın cıvıl cıvıl coşkusu var çocuklarda. Yanıma gelip, gülümsüyorlar, sonra yeniden koşuşturmaya başlıyorlar. Büyüklerden biri bağırınca siniyorlar köşelere... Kapkara yüzlerinde iki boncuk gibi ışıldıyor gözleri...Yoksulluk içinde mutluluk saçıyorlar... Bir masalda büyüyecekler, büyüdüklerinde ise anlayacaklar o masalın bittiğini.
Avluya bakan odalar her bir evli çiftin tek özel yeri. Yer sofrası donatılıyor. Gencecik, evli ve en az iki çocuğu şimdiden büyütmüş, başları önde kadınlar. Konu açılınca biliyorlar haklarını aramayı, sonra susuyorlar aynı döngünün kulları olarak.

Yaşamı ikiye bölüyor sesler. Ben çocukluğumla konuşuyorum. Oysa öyle anlar vardır ki odanın birinde yeni ölmüş biri yatarken bile yaşamın saçma sapan işleri araya girer. Donmaz zaman. Ve donsun ister insan. Ölü, duyar bu saçmalıkları. Ben öldüm siz hâlâ bu ıvır zıvır işlerle uğraşıyorsunuz, diye mi düşünür?



Benim içinde eridiğim anlar dökülüp dağılıyor onların yaşadığı ana. Onlar kendi yaşamalarında öylesine doğal ve öylesine varlar ki. Biz misafiriz. Biz olsak da olmasak da şu an burada, bu kadar olacaklar.

Yusuf dalgın. Onun dalgınlığı anılarımda susarken anlattığı acılara dönüşecek. O da arada bir olduğu ana dönüp olayı yakalamaya çalışanlardan.

“Biz izin versek karılarımıza, başlarını açsalar, gezip tozsalar, bize saldırır büyükler . Buranın insanı böyle. N’apalım.” diyor.

Çünkü kadınların her biri sırayla bana yaşamlarının çekilmezliğini vurguluyor fırsat buldukça. Onların derdi kafalarını kapatmak değil aslında , Yusuf’ un anlamadığı ve asla anlayamayacağı gibi yaşamdan koparılmış olmak. Erkekler de kendilerince aşiret geleneklerini, büyüklerini yani düzeni suçlayarak temize çıkmaya çalışıyorlar benim gözümde. Biliyorum bunları. Çok önceden beri. Belki daha değişik kuralların acımazsızlığından biliyorum. Ama önemsemiyorum. Karşı çıkılması güç olan durumları kabullenenlerdenim ben. Çok karışık hem bu işler.

Yasaklar hepsi için aslında , kadını erkeği hepsi aynı kuşatılmışlıkla sınırlandırılmış.
Onları bir yaşam fotoğrafı gibi duyumsuyorum. Öyle zıt renklerle çala kalem çizilip atılıvermişler köşelere. Kadınların birden bire neşelenen sesleri, erkeklerin uzun süren sessizlikleriyle çitlenmiş. Yine de kadınlar ve erkekler işte . Çevrelerinde çocuklar koşuşup duruyor. Çocuklara ve her yere konup yılışıkça yapışıp kalan kara sinekler. Sıcak, istenmeyen bir selam olup akıyor akıyor. Kapılardan. Duruşlardan. Çocuklardan. Buram buram. Acılı yemeklerden sonra insanın midesine oturan susadıkça su içmenin yetmediği bir sıcak. Yabancıyım işte. Onlar kadar kendime de. Çocukluğuma. Çekip gidenlere. Dönmeyenlere. Peşinden koşamadıklarıma. Hayır diyemediklerime .Kendimi aradıkça saplandığım yalnızlığıma bile.

Daracık sokakları şehrin. Sıcak buğulu , yaşarken yaşamıyor sanıyor insan kendini. Zaman büyülü. İçli türküler duyuluyor, susan insan yüzlerinden. Sese muhtaç gibi bakan gözlerinden. Onlara bakıyorum, duymuyor gibiler. Kimse benim duyduklarımı duymuyor gibi.
Erkekler sessiz yine, önde, biz konuşarak arkada yürüyoruz. Aysel Abla cıvıl cıvıl . Kadınlar dışarı çıkmayız pek, diyor. Dışarı çıktığı için mutlu. Oğlu çekiştiriyor kolunu. Bir şeyler istiyor. Konuşmasını anlamıyorum.

“Dur oğlum, çekiştirme...Git dedene söyle ne istiyorsan.”
“Ben bu yavruma acıyorum .”diyor.
“Dedesi de olmasa ne yapardık bi’ başımıza? Kim bakardı bize? Herkesin durumu ortada işte...”
Dalgınlaşıyor. Kocasını düşünüyor olmalı. Yurtdışına çalışmaya gidip, hiç dönmeyen kocasını. En son üç yıl önce haber aldığında hapisteymiş, sonra ne ses ne soluk...
Garip bir ışık gözlerinde. Beklemenin kendisi olmuş bir ışık.
“Bi’ bilsem sağdır... bana yeter...”
Olduğu ana dönüp, eski iyimser konuşkanlığıyla, neşesini saçıyor yine yürürken.

Zaman yok. Ellerimiz dokunduğundan kopuyor. Yüreğim ıssız bir tarlaya düşen ilk yağmur damlalarını içiyor , kuyunun suyu yerine. Su bedenimden sızıyor.
Onun bu koşullardaki iyimserliğine bakıp, kendimdeki mutsuzluktan utanıyorum. Her an her yerden süzülüp içime dolan tatminsiz mutsuzluğum. Çaresiz mutsuzluğum.


Çarşılar ışıl ışıl. Bu şehri kazıyorum beynime. Tarihi binaları, daracık sokakları, bakır çarşıları, geçmişten sarkan insanları, sarı sıcağı, kavuşmayı bilmeyen kadınları, kutsallığını suların, adaklar adanan ziyaret yerlerini, mezarlıkları. Bu zamansızlığı nerede yakalayabilir ki insan­? Bu her şeye rağmen yaşama tutunmuş yürekleri. Taş duvarlar arasından sızan geçmişi.. Umudu ve başlangıcı. Halılar, kilimler, bakırlar. Eskinin dokusundan sökülmüş binalar, evler. Saçlarımda şehrin ellerinin okşayışı. Ve çocukluğumdan kalma oyunlar avlularda. Kim bilir bir daha nerede , ne zaman?

Annemle babamın okudukları, birbirlerine aşık oldukları okulu gösteriyorlar önünden geçerken. İçimin yaralarına değen bir ses; senin için döndüm kızım, diyor.

Sıcak peşimizde. Sözlerden buğusu yayılıyor. Tutunduğum yıldızları bırakıyorum geçtiğimiz sokaklara. Bir daha asla eskisi gibi olamayacağız. Eskisi kadar olamayacağız. Bir daha asla bu anda olamayacağız.




8.2004/7.2005 Eskişehir

*Damar'da yayınlandı

Sokak Düşleri Öykülerinden

BİR CAVİDAN
“Belki de öyle beyaz ki ,alışmış görünmezliğe.”
Edip CANSEVER


Nasıl bir aşkın acısıydı o?
Ekrem’le birlikte yaşamak niyetine az ötemizde söylenen anlamsız bir şarkıya içimiz acıyarak katılıp, kendimizden geçene dek içmiştik. Alsancak’da yağlı bir karanlık, sokaklardan, terkedilmişliklerden, ter ve içki kokularından süzüle süzüle insanların yüzlerini allak bullak ederek akıyordu bize doğru.
Oturduğumuz birahanenin loş ışığında yüzyıllık dostum alnında çoğalan kırışıklıklar, göz çukurlarında kaybolan ışıltılar, büzülüp gerginleşen, kasılıp gevşeyen yüz hatlarıyla seçebildiğim gençliğimle kol kola uzaklaşıyordu benden. Seslendikçe duyuramıyordum ona sesimi. Bilincim yerinde olmalıydı ki; onu dinlerken yıllardır karşıma onun Yasemin’i sevdiği kadar sevebileceğim bir kadın çıkmadı diye, içim cız ediyordu. Çıkmazdı tabii... Hep temkinli, hep önce alan sonra veren olmuştum yaşamım boyunca. Hiçbir kadın için, Ekrem’in karşımda tıkanarak ağlayışı kadar büyük bir sarsıntı geçirmemiştim. Sevmiş, sevilmiş miydim? Yaşamış mıydım? Annemin kokusunu yıllar önce alıp götüren rüzgara boyun eğerek, tüm çiçeklerimi kökünden söküp düşlerimi, beklentilerimi serptiğim bahçemi darmadağın etmemiş miydim? Yaşamımı bir oyun masasına dönüştürüp kazandıklarımla avunmaya çalışsam da içimdeki korkunç ses, gerçeği söylemeye başlayınca yumruğumu sıkıp, yüreğimi ta kökünden sökesim geliyordu bazen. Gerçekten, hiçbir insanı tam olarak kazanamadım, hiçbir kadını delice sevemedim, kıskanamadım bile kimsenin mutluluğunu. Her sabah aynı şekilde tıraş olup, aynı kokuyu sürüp, aynı sözler, aynı bakışlar arsında dolaşa dolaşa , yaşlandım . Neden şimdi Ekrem’e ekşi bir tatla hem acıyorum, hem de yerinde olabilmeyi istiyorum, bu sarhoşluk, bu bilinçaltı gelgitleriyle.
Ne zaman kalktık? Ne zaman ödedik hesabı? Ne zaman gri sisler arasında koptu gitti Ekrem? Ne zaman yürüdüm bunca yolu? Yaşamımı ikiye bölüp bambaşka bir sayfa açan o olaya doğru nasıl kurulu bir oyuncak gibi beklentisizce yaklaştım, yaklaştım... Hem nasıl oldu da bu kadar hızla okudum o satırları? Hiçbir zaman olmadığım kadar mutlu ve güvende bıraktım bir parçamı oralarda. O kokular, o sesler, o bakışlar, o bambaşka yaşamlar arasında, eriyip, pıhtılaşarak...


Gece epeyce ilerlemişti. Dilsiz karanlıkta bir adam karşı kaldırımdan Alsancak Garı’na doğru yalpalanarak yürüyordu.Bir taksiye işaret edip, caddenin diğer yanında taksinin yavaşladığı yöne doğru hızlanmaya çalışırken, beyaz spor bir araba aniden belirdi. Adam arabayı, arabanın şoförü de adamı seçene kadar geçen o kısacık andan geriye, kaldırıma doğru sürüklenmiş bir yaralı, ne yapacağını bilemez korku ve şaşkınlıkla donup kalmış bir taksi şoförü ve hızla uzaklaşan beyaz spor arabanın azalan sesi kaldı.
Etrafta kimsecikler yoktu. Taksi şoförü şaşkınlığını atlattıktan sonra aceleyle yaralının yanına doğru koştu. Adamı baygın görünce içinde korku salındı. Ne yapacağını bilemedi. Bırakıp gitse, nasıl olsa yoldan geçen başkaları ya da polisler onu görecek, gerekeni yapacaklardı.Başını derde sokmanın ne anlamı vardı? En iyisi kaçıp gitmekti. Polise gitse olay onun üstüne kalabilirdi. Karar veremiyor, alnı boncuk boncuk terliyor, kendi kendine konuşurken adamın bir heykel gibi beyazlaşmış yüzünde ona yol gösterecek bir iz arıyordu.
Sonunda koca baygın gövdeyi güçlükle kucakladı. Taksiye kadar taşıdı. Adamı arka koltuğa yatırdı. Olay yerinden hızla uzaklaştı.

Uyandığımda bir bayram şenliğinin gürültüsü içindeymişim gibi her yerden garip sesler geliyordu. İlk anlamaya çalıştığım nerede olduğum ve gecenin devamını nasıl geçirdiğim oldu. Üzerime doğru gelen arabanın kısa bir süre sonra bana çarptığını anladığım anda duyduğum acıyla birlikte yitirmiştim bilincimi.
Alt kısımları elle işlenmiş, çiçek desenleriyle dolu açık yeşil perdeleri çekilmiş bir pencerenin önünde, tek kişilik kanepede ve temiz bir yatakta sırtüstü yatarak görebildiğim kadarıyla incelemeye çalışıyordum çevremi. Köşede duran kömür sobası ve üzeri menekşelerle dolu bir masa vardı. Baca girişinin çevresi oldukça isli, koyu sarı boyanmış duvarlar oldukça kirli ve bakımsızdı. Neden menekşeler pencere kenarında değildi? Bu küçük ve tavanı oldukça basık odayı duvarlara gelişigüzel asılmış fotoğraflar, raflı dolaplar, dolapların kırık kapaklarından görünen ıvır zıvırlar iyice boğuyordu...Tüm sokak odanın içindeymişçesine aralıksız süren konuşmalar, bağrışmalar...
Başımın ağrısıyla geçirdiğim kazaya geri döndüm. Bedenimin ağrıyan yanını keşfetmeye, hissetmediğim bir yerim var mı diye anlamaya çalıştım. Neredeydim? İçimdeki merak duygusu sonunu bilmediğim bu oyuna başlamanın heyecanını perçinliyordu. Yabancı olduğum bu yerde ilk kez karşılaşacağım bir insan yüzünü bu heyecanla karışık, göz kapaklarımdaki ağırlığı kaldırmaya, bedenime güç vermeye çalışarak yarım saate yakın bir zaman daha beklemiş olmalıyım.

Odaya doğru yaklaşan terlik sesi, kapının açılışı ve onun içeriye girişiyle daha önce hiç yüzmediğim bir denizin maviliğine açılmış, içimde serinliğini duyumsadığım her yanımı saran çiçek kokusuna ve renklerine bürünüvermiştim. Başımın döndüğünü hissettim. Bu anı daha sonra defalarca yeniden düşünüp, yaşamam bütün bunların nedenini anlayabilmemi sağlayamadı. Ama bedenime saplanmış bir bıçakla acı duymadan yaşamayı başarabilmem, Ekrem’i anlamamda yardımcı oldu.
Uyuduğumu sandığını anlayıp, istifimi bozmadım. Yüzüme uzun uzun baktığını hissediyordum. Bir ara kuşkusuz ateşim olup olmadığını anlamak için yumuşacık bir el alnıma yapıştı. Sonra aceleyle perdeleri çekti. Fısıldayarak menekşelerle konuştu.
İçerden cırtlak sesli bir adamın “ Cavidan” diye seslenişi camların kırılıp buz gibi odaya dağılmasına benzer bir etki yarattı.
“ Cavidan’ın batsın” diye dişlerini sıkarak, mırıldanıp çıktı.
Adı Cavidan’dı demek ki... Yirmi beş yaşlarında, bakışları gölgeli (sanırım bunu sonradan kurgulamıştım), saçları koyu kumral, yürüyüşü incecik bir Cavidan. Ve aynı Cavidan’ın sonradan keşfedeceğim, çıkartabileceği en fazla sesi çıkartarak çiğnediği sakızla, “e” leri yayarak ve hep aceleyle konuşan, sıkıntıyla ısırılan, parlasın diye hep ıslatılan iri dudakları...
Sanki yoktum. Bir filmin içine düşüvermiştim. Sahneyi nasıl, nerede terk edeceğini bilmeyen bir oyuncuydum. Konuşmaya başlasam sesim çıkmayacak, kıpırdamaya çalışsam yattığım yerden hiçbir zaman kalkamayacak gibiydim.
Bu çingene mahallesi bende bütün renkleri ve sesleriyle kök salıp durdu.
Cavidan bardak, çanak, duvarlara asılmış kırık dökük tencere, tava arasından bir gülüşüyle taşıyor. Ömer evin önünde teybin sesini sonuna kadar açarak saatlerce taksisini yıkayıp, temizliyor. Kırım kırım kırıtan kızlara caka satmak için Cavidan’a gerekli gereksiz bağırıp, çağırıyor. Birileri gelip, birileri gidiyor. Cavidan abartılı kahkahalar atan kadınlarla kaldırımda otururken muhabbetlerini bozan, ikide bir eteğini çekiştiren ve her nasılsa ondan çıkmış bir çocuğun kapkara yanaklarına bir iki tokat atıyor.
Beni görür görmez aynı Cavidan; bu kayboluşlar, bu arayışlar arasından bir anda sıyrılıp, varlığımı kabullenmiş ama gidecek olmamı kınayan bir tebessümle, boşluğa tutunurcasına donup kalıyor. Sonra alaycı bir edayla;
“ Ne o, beyimiz sağlığına kavuştu galiba?” ya da “ Taze çaydan, beyimiz içer mi acaba?” gibi laflar ediyordu.

Çok kısa süren bu zorunlu paylaşım süresince onu nasıl böylesine tanımış ve sevmiş olduğuma ben bile inanamadım. On yedisinde kaçtığı kocasından on sekizinde bir çocuğu olmuş, kocası düğünlerde çalgıcılık yapmaya başlamış sonra bir şırfıntının peşine takılıp kayıplara karışmış... Cavidan da tıpkı gittiği günkü gibi aynı uzun kirpikler arasından süzülen, aynı koyu, demli bakışlarına inatçı vurdumduymazlığını giydirerek baba evine dönmüş..
Onlarını bırakıp kaçtığından beri haber alamadıkları, kayıp bir anne... Günlerce ortadan kaybolup sonra eve hep sabaha karşı, sarhoş gelen bir baba...
Evde sinek vızıltısı gibi dolaşıp duran yeğeni ve kardeşlerine yetemediğini söyleyip duran Ömer, kardeşi Cavidan’ı açık açık hor görürdü. O ise bir avuç su gibi, evdeki kavga gürültü arasından yol bulup sızmaya çalışırdı bana doğru.
“Sen bunlara aldırma, ne yapalım işte biz de buyuz...” der gibi kaçacak, gizlenecek bir yer arardı yüzümde. Bulamazdı.

Ayrılırken yakama taktığı karanfil kurudu. Kokusu avuçlarımda saplandı, kaldı.






GECEYE SARKAN GÜNEŞ
“Eğer bende duracak olsaydı onu hiç bu denli sever miydim?”
Andre GİDE

Neden hep böyle düşünürüm onu?... Beyaz çiçekleri olan, açık mavi elbisesinin geniş yakası omzuna doğru kaymış, buğday teninden nemli kokusu tüterken... O canımın parçası siyah saçlarını biraz dağınıkça toplamış, elinde çay tepsisiyle...
Neler anlatıyor? Komşumuz Fahri Beylerin sünneti olacakmış... Karısı da pek sessiz, pek iyi bir kadıncağızmış... Ne takmalıymışız çocuğa?... Ev sahibimiz geçenlerde hastanelik olmuştu ya, hani sokağın başındaki, o güzel iki katlı Rum evinde oturan zengin dulumuz Gülizar Hanım... Taburcu olmuş, ziyaretine gitmemiz gerekirmiş...Eski bir gömlek ve kazak karşılığında sıkı pazarlıklar sonunda öyle ucuza almış ki, şu koca kovayla, iki leğeni...Nasıl da seviniyor...
Belki o sadece susuyor. İri elmacık kemikleri, uçuk pembe, incecik dudakları, sisli bakışlar giyinmiş gözleri, üzüm salkımı elleri... O sadece öylece oturuyor. Nerde olduğunu hiç bilmez, anlamaz gibi. Konuşturan benim onu. Sesi yabancı, uçurumlu kıyılardan esiyor.

Günün en çaresiz, en geçmez saatleri bunlardır. Pasaport’da otururum. Kızıl, kıpkızıl güneş, serinleyen maviden kopmak istemezcesine nazlana nazlana süzülür dağların ardına. Gitmesin isterim. Birden bire biter sanki gün. Azalırım. Eskirim. Martılar çıldırır, rüzgar grileşir. Maykıl o küçücük bedeniyle pin pon topu gibi oradan oraya koşturur. Maykıl cücedir ama bunca uzun boyludan daha yararlıdır. Bir bakarım akşam serinliğini azaltmaya yarayacak mangalları tütsüler, masaların çevresine yerleştirir. Bir bakarım, boş bardakları toplarken, trafiğe takılan arabalara saldıran sokak çocuklarıyla dalaşır, her şeyin yolunda olduğu bir aralık bulunca da bana laf atar:
“Ne o Şevket Ağbi, şair gibi daldın gittin yine guruba. Anladık kara sevdaya tutuldun sen.”
“ Konuşma fazla da bir orta çekiver bana, telvesi bol olsun, karışmam.”
“ Ayıpsın Ağbi.”
Şu gelip geçen insanlarda onu görürüm. Herkes ondan kopmuş bir parçadır. El ele tutuşan yaşlı çiftin peşine takılırım gözden yitirine dek. Nasıl uydurmuşlar adımlarını birbirlerine... Gözlerindeki her bakış, yüzlerindeki her kırışık aynı. Dinlenip, hızlanarak geçip, giderler. Sanki biri kaybolsa, diğeri şehrin ortasında yapayalnız, acıdan ölüverecekmiş gibi sımsıkı dolaşıp, karışmışlar birbirlerine. Sonra evrak çantalı, gözlüklü esmer bir adam, hızlı hızlı ve başını hiç yolundan çevirmeden durağa yaklaşırken duraktaki otobüs kendi otobüsü bile olsa, adımlarının temposunu bozmaz. Kaçırdığı sadece bir otobüs değildir oysa. Bir grup gencin bağıra çağıra takım sloganı attığı duyulur. Bizim arka masalardan nargileci Emin Amca gençleri görür görmez fokurdanır:
“Şunlara bak hele. Soytarı gibi giyinmişler. Saçlara bak. Kız mı erkek mi belli değil.Yakışıyor mu hiç?”
Yanında duran Rasim Dede kafa sallar. Ben Rasim Dede’yi görmesem de yüzüne eskileri yad eden mum ışığı gülüşünü yayıp, yarı baygın kafa salladığını anlarım.
Yaşamın kendisi değil seslere bölünmüş gölgesi akar durur... Aynı anın içine sıkışmış gömeçler gibi yazgılarıyla insanlar, gülüşler, koşuşlar, duruşlar, bakışlar giyinip dolanır bu gölgenin çevresinde... Hevesler, vazgeçişler, beklenenler, bekletenler, arananlar, arayanlar... Aynı rüzgara, aynı boş vermişlikle kapılır, gideriz...
Beklediğim anın gittikçe yaklaştığını, Ali ile Cemil’in tavla seanslarının bitişinden anlarım. Yenen de yenilen de hırsla aşağılar diğerini. Ali, omuzlarına attığı paltosuyla, bir omzunu düşürerek önden çıkar, Cemil elinde tespihi düşünceli düşünceli takip eder onu. Bir baltaya sap olma kaygıları yoktur, hiç olmamıştır. Beni görünce sevinir, iyi akşamlar dileyip, ayaküstü her akşam aynı lafları eder, dağılırlar geceye. Ya kumara ya da ucuz serüvenlere... Hiç ayrılmazlar.
Onların ardından içimi öyle tarifsiz bir heyecan sarar ki, sormayın. Son sigaramı kendime eziyet ederek, ağır ağır içerim. Sanki acelem yoktur. Sanki ona yaklaştığım bu anlar da diğerleri gibi sıradandır. Gittikçe yüreğimin atışları hızlanır, elimi ayağımı ter basar. Az sonra, evet, az sonra...

Zor iştir bizimkisi. Taksi şoförü olmak, geceyi, koynunda uyumaktan bıkmayacağın, asıl sevgiliyi sever gibi sevmeyi gerektirir. Sarhoşundan, iti, kopuğuna kadar her çeşit insana sırdaşızdır biz. Damara göre şerbet vermeyi bileceksin. Kavgaya katıldın mı, yorum yaparken ince hesapları göz ardı edip kendini kaptırdın mı, işin iş. Ya hapishane, ya tımarhane... İyisi mi, tek derdin direksiyonla olacak... Bir de...bir de...
Mualla, Basmane’de “S...Pub” da çalışır. Daha önce çalıştığı yerden pek memnun değildi. Şimdi iyi para alıyor olmalı.Onu her akşam gece yarısından sonra alırım. Bazen gecikir. Ama ben hiç gecikmem. Yalnız bir kere izledim onu sahnedeyken. Bir daha da yüreğim elvermedi. Bir çiçeğin tazecikken solmasına nasıl elverir insanın yüreği...
Mor ışıklar, sisler, esrara bulaşmış yaşamlar arasında takma kirpikleri, boyaları, daracık, parlak ve dekolte elbisesi ile görünce nasıl sakladığını anladım içindeki sevgiyi. Zoraki gülümsemesi, yaşama eyvallah diyen bakışları altında uyuttuğu güzelliğini, o zaman daha yakından gördüm. Çarpıldım. Nasıl da beyaz, bütün renklerden arınmış o uysal renk.

Aceleyle makyajını siler. Üzerine sinen içki, sigara ve kirlenmişlik kokusunu teninden bir kat gibi soyar, kendi giysilerini; uzun siyah eteğinin üzerine bol bir kazak, rengi atmış gri mantosu ve düz ayakkabılarını giyer, aceleyle başörtüsünü takarak sıyrılır Necla’dan.
Çok az konuşuruz yol boyunca. Onu alıp, İkiçeşmelik’te daracık bir ara sokaktaki beyaz badanalı eğri balkonlu, küçük pencereli evine bırakmak, yaşamımın en önemli görevidir. Ben bu göreve her zaman taksimi günün atıklarından temizleyip, kendimi tüm insanca pisliklerimden arındırarak titizlikle hazırlanırım.
Bulduğum anda bırakır, bıraktığım anda özlerim onu. O kutsal yol boyunca sadece benimdir. Kimse bozamaz suskunluğumuzu... Huzurla yerleşir koltuğa. Oturur oturmaz sessizce “ oh be” der. Sigara yakar. İncecik parmaklarının arasından, incecik dudaklarına uzatıp, üflediği, içine çekip ferahladığı ben olurum. Pencereyi aralar. Yüzüne çarpan, saçlarını okşayan, kucaklayıp bırakan rüzgar olurum. Yarı düşte, yarı gerçek bakındığı evler, caddeler, ışıklar olurum. Kayar gider altımızdan dünya, tekerleri yüreğimi ezer taksinin...
Bütün gün kurduğum düşler, planladığım sözler uçar gider usumdan.
“ Mualla” derim. “ Gitsek buralardan. Sen de beni seviyorsun, biliyorum. Sevmesen de zamanla seversin.Bir dediğini iki etmem. Sen buraların kadını değilsin. Vallahi değilsin...Neden Mualla? Neden düştün buralara, bu kurtların arasına? Tut elimi, tut ki beni de, kendini de kurtar...”
Mualla susar. Mualla bakar. Mualla “ah” çeker. Mualla nefes alır. Mualla şarkı söyler. O, bütün bunları yapması gerektiği için yapar. O yaşamaz. O gülmez. O ağlamaz. Başkaları yaşar. Başkaları güler, ağlar onun yerine. Yaşam bedenine çarpıp kaskatı geri döner. Ben onun çevresini saran duvarlara çarpıp, dağılarak geri dönerim kendime.
Mualla “Bırak beni” der. “Gençsin, yakışıklısın. Delikanlı adamsın. Yüreğin pek yufka. Bırakmazlar peşimi. Bela olurum sana. Hem ben mutluyum. Acınacak halde değilim.Senin namus safsatalarına ihtiyacım yok. Ne sevgisi, ne aşkı be!..Bizden geçti onlar. Hadi bak keyfine!...”



Şimdi her gece yaşamın önünde diz çöküp, yine telaşla kapıdan çıkışını bekliyorum.Onun yerine kürklü, bol makyajlı, incecik topuklu ayakkabılar üzerinde sallanan, kısacık etekli kadınlar, cırtlak kahkahalar atarak, kollarına taktıkları pos bıyıklı erkeklerle dağılıyor gecenin karanlığına.
Her yerde arıyorum izini, içimde ve dışımda. Komşumuz Fahri Beyler taşındılar. Ev sahibimiz Gülizar Hanım öldü. Eskiciye satacak hiçbir avuntum kalmadı. Mualla yok. Mualla var.







IHLAMUR KOKUSU

“Bu kararsızlık ölümün büyüleyici çağrısına kapılan kişinin baş dönmesi geçirdiği andır.”
Octavio PAZ


Güneşin bahar sevincini bölüşüyor , pencerede sırtı dönük oturan begonyalar. Daracık loş merdivenlerden, onunla karşılaşma heyecanıyla inip çıkıyorum hala. Anılarımdan silemediğim o ıhlamur kokusu, çarpıyor bekar evimin soğuk duvarlarına.Renkler dökülüyor yalnızlığımın gölgesine.Gece ve sessizlik akıyor yıllarca. Begonyalar eskiyor.

Uzun, yorucu bir yolculuktan sonra yıllar öncede bırakılmış bu şehre geldim, gençliğimden. İçime çöken yabancılık duygusuyla bu farklı dünyanın insanlarında bana yol gösterecek bir iz arayarak yürüdüm. Caddenin iki yanı banka, mobilya, beyaz eşya, kitapçı gibi modern dükkanlarla dolu olsa da eskimiş bir yüzü vardı binaların. Belki bu eskimişlik binalardan değil de insanlardan yansıyordu. Konuşmadan yürüyen kadınların çoğu ya kara çarşaflı, ya türbanlı ya da baş örtülüydü. Onların önlerinde yürüyen adamlar bu kadınlardan bıkmışçasına asık yüzlüydü ve üstün olduklarını kanıtlamak istercesine kendilerinden emin tavırlar takınmıştı. Okula giden neşeli kızlı erkekli gruplar halinde göze çarpan gençler de vardı, yürüyüşlerinden konuşmalarına kadar arabesk kültürünün her türüne batıp çıkmış, üçerli beşerli dolaşan mahalle delikanlıları da.

Yeni yeni uyanan şehrin uyku mahmurluğunda dağılan sesler sessizliğin yankısıydı sanki ve tüm bu akışa rağmen zaman yavaşlamış gibiydi. Caddenin kıyısında tarihi bir hamamın kubbeleri, Osmanlı gururuyla seyrediyordu zamanın yavaşlayışını. Yapılacak işleri biraz daha erteleyerek hamamın bulunduğu köşeden bir ara sokağa saptım.
İnsanlar birden bire yok oldu. Gün ışığını kesen iki katlı pervazları çiçek dolu, tarih kokan ahşap evlerin bulunduğu dar sokakları geçtikten sonra insanlarla birlikte, meyve sebze tezgahları, baharat kokularıyla esrikleşmiş canlı hayvandan, ayakkabı, giysi, kumaş ve bakliyata kadar ne aransa bulunabilecek bir çarşı çıkıverdi karşıma. O günden sonra hep sevdim panayır havası taşıyan ve insanların tüm dertlerini unutup, dertleri karşılığında ihtiyaçları olan kaygısızlığı satın aldığı bu çarşı pazarları.
Dükkanların önlerinde ya da tezgahların başında lafa dalmış esnaf, alıcı değil de yabancı olduğumu hemen anlıyor, bazısı meraklı gözlerle bakarken, bazısı yolumu kaybettim sanarak yardımcı olmaya çalışıyordu. Dert verip, karşılığında kısa süreli bir kaygısızlık satın almak için başka bir zaman yeniden gelmek üzere, bambaşka sokaklara dalıp ana caddeye çıktım.
Bir çay bahçesi buldum. Berbat bir çay içtim. Garson sorduğum tüm yerleri, yardımcı olmanın verdiği iyimserlikle bıkmadan tarif etti. İlk iş olarak göreve başlamam gerekiyordu. Yaşamımın bir dönemini bitirip, yeni bir dönemini başlatacak olan öğretmenlik mesleğine caddenin en heybetli binasının merdivenlerini çıkarak, acemi bir heyecanla yaklaştım.
Ayrılığın neler götürüp, neler getireceğinin hesabını yapamaz durumdaydım. Geriye dönünce bıraktığım yerde bulamazdım artık, ne kendimi ne insanlarımı. Zamanın eli değince dostluklara, sevdalara, görünmeyen ancak hissedilebilir izi kalır dokunduğu her yerde. Bir bavula sığdırılmış geçmişinle yürürsün. Çocukluğun azalmaz sadece.

Bekleyiş. Gözetleniyorsun. Ama kim, neden yapıyor bunu? Salaş bir otele benzeyen öğretmenevinin bahçesinde saatlerce oturup, Budala’yı okuyorum. Çevremde benim gibi yeni göreve başlayanlar çoğalıyor. Bu zorunlu paylaşım bitecek ve okullarımıza dağılacağız... Yaşam ve insanlar romanlardakinden ne kadar farklı .
Müziğin gücünü keşfediyorum. Kemanlar arasından sızıyor güneş. Kederli bir gökyüzü denize dokunuyor piyano tuşlarında. Birden coşan melodi renge boyuyor suskunluğu. Yıllarca okunan bir şiir bir anda bambaşka bir şiir olup, yaşamın depremiyle sarsıyor yüreğimi. Dalıp çıkıyorum, durduğunu sandığım zamanın derinlerine. Kapımı çalıyorum ve kalkıp açmıyorum.

Şehirden ilçeye, ilçeden köye olan yolculuğum sırasında taksi şoförü Ali’ye uzun zamandır böyle sohbet ettiğim ilk kişi olma ayrıcalığını tanıyorum. Sesinde sigara kalıntısı bir kısıklıkla anlatıp duruyor. Çevreyi tanıtıyor.
“ Buranın halkı pek sevmez okumayı” diyor.
“Cahillik işte, oysa iyidir, okumak. Ben okutucam oğlumu. Yeter ki o okusun.”
“ Tek çocuğun mu var?”
“ Yo... İki de kızım var”
“ Kızlar okumuyor mu?”
“ Onların okuması şart değil”
Söz istemediği yöne akınca, konu değiştirmek için;
“ Köyde mi kalacan, yoksa ilçede mi?” diye soruyor.
“ Bilmiyorum” diyorum. “ Duruma göre.”
Dağların eteklerine saçılmış tarlalar gözden kayboluyor. Bir uçurum kıyısından tırmanıyor yol dağların göğsüne. Epeyce yükseliyoruz kıvrıla kıvrıla aktıkça yol. Beklenmedik bir anda düzlüğe varıyoruz. Yemyeşil bir dağ içi ovası uzanıyor alabildiğine. Ve tarlalar başlıyor.
“ İşte geldik” diyor Ali.
Kazlar kaçışıyor korkuyla. Ve eli öpülesi köy evleri yaşlı gözlerini kısarak seyrediyor gelişimizi. Okul niyetine dikilmiş binaya vardığımızda perişan görünüşüne öylece bakakalıyorum.
“ Hoca işin uzun değilse beklerim. Vasıta bulamazsın dönüşte.”
“ İyi olur.”
Okulda kimseler yok. Bir tekmeyle açılacak tahta kapısı kilitli. Bir anda çocuklar sarıveriyor çevremizi. Gülüşerek müdürün evini gösteriyorlar. Bahçe kapısından çıkınca sağ çaprazda kalan, ikinci katının beton sütunları yarıya kadar çıkılmış, tuğlaları çıplak, çatısız bir ev.
Kapıyı açan on yaşlarındaki esmer kız çocuğu, bir söz söylemeden baktıktan sonra içeri koşup babasını çağırıyor. Okul müdürüne kısaca durumu anlatıyorum, içeriye davet ediliyoruz. Sonradan köy evlerine özgü olduğunu anladığım o koku çarpıyor yüzüme.
Küçük bir oda. Yastıkları işlemeli, oturunca çöken yaylı iki divan, dolap kapaklarından biri kırık olan televizyon sehpası ve renkleri çok parlak, sesi boğuk bir televizyon, kapı girişinde bir kömür sobası. Yerlerde kırık dökük oyuncaklar, karşı duvarda bir Kabe resmi ve kapı üstünde Arapça besmele asılı. Televizyonu kapatıp, hal hatır soruyor müdür. Ali’yle ortak bir tanışıkları olup olmadığını araştırıyorlar karşılıklı. Bir türlü çıkmıyor böyle biri. İyice kelleşmiş, yumurta biçimli kafası , geniş alnı ve iri gaga burnuyla çirkin bir adam müdür. Sabitleşmiş bakışlarla yavaş yavaş konuşuyor. Odaya girip çıkarak önce önümüze sehpa yerleştiren sonra hiç başını kaldırmadan çayları bir tepsiyle bu sehpaya bırakan eşine hiç bakamıyorum. İlçeye kendi arabalarıyla gidiş geliş yapan üç öğretmen olduğunu duyunca ilçede kalmaya karar veriyorum. İçime garip bir sıkıntı saplanıyor. Sözcükleri arıyorum, bulamıyorum. Bir an önce bu kokudan, bu evden çıkıp, ovayı koşa koşa geçip uçurum kıyısında avazım çıkana kadar bağırmak istiyorum. Evraklarımı bırakıyorum. Ali’yi çok daha yakın buluyorum kendime . Ben bu işlerden anlamam dercesine, boş gözlerle bir bana bir müdüre bakıyor.

Çarşı dışında sakin bir mahalle. Birbirinden uzak evlerin suskunluğunda at arabalı sokaklardan geçiyorum. Üç katlı bir bina. İkinci katta Rasim Hoca, üçüncü katta ev sahibi Güldane Teyzeler oturuyor.
Rasim Hoca’nın gürültülü bir ev yaşamı var. İki çocuğu ve cırtlak sesli çirkin karısı bu gürültünün kaynağı. Güldane Teyze’nin hemşire olan kızı, Emine’yle merdivenlerde karşılaşınca selamlaşıyoruz. Oğlu Hüseyin’se kendi halinde işsiz güçsüz dolaşan içine kapanık bir delikanlı. Pencereden seyrettiğim karanlık sessizlik, yalnızlığıma sırdaş. Kurbağa seslerinin eksik olmadığı, kavak ağaçlarıyla çevrili dereye bakıyor pencerem ve bulutsuz gökte yanıp sönen yıldızlar, karanlığıma alçalıyor. Emine nöbetteyse ve Hüseyin evdeyse kapımı çalıp, yemeğe çağırıyor Güldane Teyze. Sol gözü zor açılacak kadar kısık, ön dişleri çürük, şişman bedenine inat aceleciğiyle her işe yetişen, herkesin derdine koşan Güldane Teyze. Üçkağıtçının tekiymiş kocası. Ömrü hacizlerle geçmiş. Çocukları büyüyünce boşanmış. Babasından miras kalan bu eve yerleşmişler.
Yaşamımın en uzun geceleri Emine’nin ayak sesleriyle doluyor. Nasıl da kavrıyor yaşamı iki eliyle, tutup silkeliyor. Özlediğim günler dökülüyor, yakamozsuz bir deniz saçılıyor, özgürlüğün içinde dallı budaklı bir yalnızlık ağacı savruluyor, döküyor yapraklarını. Beyaz yüzünde, kısacık koyu kumral saçlarında, her an bekleyen gamzeli gülümseyişinde bahar kokan bir tazelik, serin bir yaz akşamı. Dinlediği müziklerin, okuduğu kitapların hırsızıyım.
Aylarca tek kelime fazla konuşmadan, kirpiklerinin ışığı kucakladığı bakışına hasret beklediğim Emine. Onu bir tek ilgiye aç, öğrenme isteğiyle dolu çocukların meraklı gözleri bana baktığında unutuyorum. Her sabah Rasim Öğretmen’le gidip geliyoruz aynı yolu. Her gidiş gelişimizde yavaş yavaş yitiriyoruz varlığının farkında olmadığımız bir şeyleri... En çok uçurum kıyısında açmış bir dağ çiçeği anlıyor bunu.


Bitmemiş bir gündeyim. Hasta olduğum için bir anne gibi başımda bekliyor Güldane Teyze. Kaynattığı ıhlamuru getirirken önemsiz bir laf ediyormuş gibi:
“ Yarın akşam Emine’yi istemeye gelecekler” diyor.
Ve tepkimi anlamak için yüzüme bakıyor. Oysa kurduğum ıhlamur kokulu düşlerin bu kadar çabuk kırılıp dağılmasına hazır değilim. Yutkunarak, hayırlısı olsun diyorum.


Garip yağmurlar yağıyor. Ya uzun uzun bekliyor bulutlar, ya da yağdıkça durmak bilmiyor. Günlerce ateşler içinde sayıklayarak sıcak bir tarhana çorbasının dumanına karışan o ıhlamur tadıyla uyanıyorum. Yağmur sesinde kulağım.





LİMON KOLONYASI


“ Dünyanın ve yaşamın bana koca bir genelev gibi göründüğü pek çok gün vardır.” Cesare PAVESE


Bu öyküyü biliyorsunuz...Yine de yaşamın biriktirdiği öyküleri yinelememek gelmiyor elimden...
İçimde taşıdığım yorgunluğu masanın uygun bir köşesine bırakıyorum kimse görmeden. O da bırakıyor. Ruhumu okşayan o güzelim türkülerin, kötü gürültülere dönüştüğü mekanımız size pek de yabancı sayılmaz. İçerisi ciğerlerimiz gibi sigara dumanından sislenmiş durumda. Gözlerimizse uzak ışıkların alabildiğine dans ettiği geçmiş günlere ait renkleri seçebilmek için kısılmış...
İnsanların anılarını dinlemek zevklidir. Ama bazı anılar vardır ki; salt dinlemek yetersiz gelir bana... İşimiz katılmak ve çoğalmak olmalı...Öyleyse başlayalım bu öyküye artık...

Bakışlarını yüreğime değdiren sesiyle eğiliyor bana doğru;
“Yüzler beni çok etkiler” diye başlıyor.
“Yüzler... İnsan yüzleri... Çıkık elmacık kemiklerinde utangaçlığın izi olan bir pembelikle, gülünce kumral bakışların taşıverdiği çizgilere gömülmüş gözler... Ansızın tüllenen kirpikler... Konuştu konuşacak, sustu susacak, öpüştü öpüşecek dudaklar... Kadın yüzleri... Yılların göğsünde uyuyup uyandıkça kendini; alaturka şarkılarda, beline dolanan iri ellerde, kalçalarında belirginleşen amaçlı amaçsız yürüyüşlerde yani kendisi dışında herkeste arayan kadınlar... Ve yüzleri... Hepsi öykülerini gizler, gizleyemez sanır. Bu öyküleri kurgulamaktadır yaşam. Mendillerin ıslaklığını, vakitli vakitsiz değdirmektedir sıcak yanaklarına... Erkeklerin gözyaşlarını gizli gizli sildikleri, işlemeli mendillerin ıslaklığını... Kadın elleriyle işlenmiş, yıkanıp, özenle ütülenmiş, pantolon ceplerine sessizce bırakılmış mendillerin... Bir anda başlayıveren bu akış bir anda bitebilir. Bunun önemi yok.
Renklerini sabırla örgütleyen, adları tarifsiz, kokuları bilinen çiçeklerin içinde onu görünce duruvermek gerekir. Rengini içine sindirebilmiş, kokusunu yaşamın tüm pis kokularından arındırabilmiş bir çiçek olan o yüzü... Senin kadar güzeldi diyebilirim. İncecik, iri gözlü, beyaz bir yüzü vardı. Kirpiklerinde biriktirdiği gözyaşlarını, bir anda akıtınca, savurduğu yılların peşinden koşası gelir insanın... O kadınsı temizliği görünce bir an öncenin, bir an sonraya bağlanacağını unutup, kaskatı zamansızlıkta boşluğun tamamladığı parçaymışçasına donup kalmıştım... Etkilenmek mi, özümsemek mi ? Bakışları yıllarca içinde ne olduğunu merak edip de bir türlü eğilip bakamadığım karanlık bir kuyudan azala azala geliyor... Derinliği ancak o kuyuya beklentisiz eğilip bakınca algılanıyordu. Bu yüz, anılarımın o rutubetli duvarına asılıydı. O duvarsa bilinmezliğe örülü. Yıkıldıkça yıkılmazlığına şaşırıyordum... Birbirine karışan gölgelerin ışıksız boşluğunda yaşama, insanlara, sizi en iyi ben bilirim diyen titrek bir gülümseyiş gibiydi... Boynunda hep var olan bir iple dolaşıyordu sanki.

Dirençten çok inanç... Belki de inançtan çok anlayış... Garip kargaşaların içinde yolunu şaşırmadan bulabilmiş, sadece kendine özgü bir tutarlılık. Kaygan bir zeminde yalpalanmadan yürüyebilmek ya da ...Tanımsızlığı çok tanımlı olmasından ileri gelen bir tek sözcük yetebilmeliydi anlatmaya.Oysa nasıl susuyor sözler...

Avuçlarımın terlediğini hissetmiştim. Hala bana bakıyor muydu? Yoksa yetişemeyeceğim bir hızla alıp başını gitmiş miydi? Uzaklara çok uzaklara... Her şeyi düşünmekle, hiçbir şeyi düşünmemenin bir arada olduğu ender gidip gelmelerden biriydi yaşadığım... Yaşadığımı sandığım.

İçinde sızılı bir kıştı yaşam. Uyanır uyanmaz unutuverdiği düşleri, bilinmezliğe yaklaştığını sezinlediği içsel yolculukları, havalandıklarında hala ne güzeller diye düşündüğü kuşları vardı, yaşama dair.
Küçük iki odalı evinde, eski eşyalara, yağlı ocağa, sapı karamış cezvelere, komşu dedikodularına, isterse hemen uzanabileceği muslukların ılık sularına, kimsenin aldırmadığı yaşamında tanınmayacak hale gelen dostlarıyla, kesik kesik bakışan genç kızlık sevdalarına ne kadar da uzaktı.
Güzel bir kadın olduğunu, yılışık bıyıkların altından sarı sarı gülümseyen erkeklerden öğrenmemişti. Elini kırılmasından korktuğu değerli bir vazonun tozunu alır gibi saçlarında gezdiren annesi her akşam üstünü örtüp, iyi uykular dilerken söylerdi; “Annesinin güzel kızı... Hep böyle güzel kal...” diye. Bilirmiş gibi. O güzelliğin saklanamaz olduğunu. İnsanların güzellikleri yok edebilmedeki ustalığını. Işıltılı aynalara yansıyan güzelliğiyle geçti annesi yüreğinden... Sımsıcak yayıldı kokusu ciğerlerine.
Bedeninin yorgunluğunu ayaklarının sızlamasıyla duyumsadı. Süzülerek gözlerine akıyordu. Yüzüne yandan vuran loş ışık bütün bunları biliyor, uslu uslu kıvrılıyordu biçimli burnuna, gamzeli çenesine doğru.
Gerçeğine dönerek, ne kadar çok çamur sıçrattılar üzerime diye düşündü. Bembeyaz bir gelinliğin umutlarına yansıyan ışıltısı akıp gitmiş, geride beklentisizlik kalmıştı sadece... Gözlerini ışıktan bıkmışçasına kapadı. Sonra kulaklarında uğuldayan sese doğru kıpırdayarak, ağır ağır araladı.

“Kararımı vermiştim. Yavaş yavaş yaklaştım. İnsan böyle bir yüzü yıllardır tanıdığını sanıp da, yabancısı olduğunu demir soğukluğuyla duyumsayınca tıkanıp kalabilirdi. Gücümü toparladım. Sonunda dünyaya açılan merdivenleri tırmanıyor, tırmanıyordum.
Sesimi bulunduğu uzaklığa yakınlığa ulaştırabilme telaşımı çevresinde uçuşan kuşlara bölüştürerek sordum:
“Siz kimsiniz?”
Tabii ki sesim çıkmadı. Omzumda kimsenin görmediği yükün hafiflediğini sanmıştım ki, bu yüze, belki de bu yüzün bende yarattığı aşılmaz etkiye yakıştırmadığım, kanı çekilmiş dudakları kıpırdadı. Sesi kulaklarımda aralıksız, çalan çanlara dönüştü.
“Hiç kimseyim” demedi ama ben duydum.
Bilseydim ki, o çiçeklerin hiç solmadan açabilecekleri bahçeler vardır. Bilseydim ki, onları toprağından koparıp, yaşatmak da olasıdır. Güneş hepimize tutkularımızın eşsiz fısıltılarını akıtır. Bedenlerimiz onun gölgesidir. Alıp onu götürebilseydim... Bilseydim ki, balıkları kurtarmak için kucaklayan ağlar da vardır...
Yutkundum.
“ İkinci kat soldan ilk kapı” dedi, yüzüme bakmadan.
Yukarı çıktım. Kirli çarşafın gelişigüzel örtüldüğü yatak ve soluk perdelerin güneşi sızdırmamak için inatlaştığı küçük pencereyle özetlenebilecek, sarhoş, ölü sevişmelerin gıcırtıyla dönüp dolaştığı odada tiksintiyle beklemeye başladım. Az sonra geldi.

Yüreği sızlasa da öfkeli değildi. Sahtekar öpüşlerin, dişlendikçe allanıp pullanan bedenlerin gizlendiği fuhuş odaları bilirdi bunu. Yiğitçe sevdalanmıştı yaşama o. Bir kadın kahkahası değil miydi zaten yaşam? O ve diğerleri...
Genç yaşında dul kalmıştı. Bir oğlu, solmamaları için direndiği çiçekleri vardı, saksılarda unutulmuş. Satacak sadece teni, bedeni yani ne olduğunu, nerede olduğunu bir türlü anlayamadığı dişiliği kalana kadar içki, sigara nedir bilmezdi, üzerinde gidip gelen yabancı adamlar kadar uzaktı ona. Dostu, biriktirdiği tüm parayı kumara basınca denedi kolonya içmeyi. Ucuz ölümleri yakıştırmak isterdi kendisine, ki yaşamdan farklı olmasın. Yaşamı bir yabancıya böyle özetlenebilirdi evet, soran çıkarsa eğer...
Merdivenleri çıkarken, bakmayı bilen biri görseydi onu, gözlerinin yıldızlandığını, ak güvercinlerin yüreğini gıdıklayarak uzaklara taşıyıp, sonra göğüs kafesine birden bırakıverdiğini anlayabilirdi titreyişinden.
Oğluna ördüğü bir türlü bitiremediği kazağın ilmeklerine kendini asabilseydi... Bilseydi ki, sabah taze serinliğini tenine değdirince dokunmayacaklar ona artık.

Gelmesiyle birlikte keskin limon kolonyası sardı her yeri. Yüzümü buruşturmuş olmalıyım. Durumu açıklamak istercesine kayıtsızca, içki bulamadığı zamanlar kolonya içtiğini söyledi.
Bir genelev kadınının limon kolonyasına bulanmış ve aralıksız ısırılan teni mi, onu ısıran erkeklerin dişleri mi daha zavallıydı? Az önce pişmanlık ve kararsızlık arasında odada bekleyen ben, şimdi sadece kaçmak ve uzaklaşmak istiyordum. Gördüğüm yüz bu değildi.
Ücreti ödeyip, kendimi mide bulantısıyla dışarı attım. Onu hep ilk gördüğüm haliyle hatırlamak istesem de, limon kolonyasının birdenbire içime dolan kokusuyla bembeyaz, bomboş bakışları delik deşik ediyordu yüreğimi.
Öylece; başı boşça ve hıncımı almak istercesine ne kadar yürüdüm bilemiyorum.”

Sözünü bitirdiğinde ikinci biralarımızın ilk yudumlarını almıştık. Başımın ağrısı azalmıştı. O ise başka anılarına benden habersiz geçmişti bile... Gecenin tırmaladığı son kapıyı çalarken, yıllar önce içeri girmiş gibiydik...

Limon kolonyası bana, annemin sevmediğim misafirlerini anımsattı. Ve de zorunlu bayramlarını çocukluğumun. Yorgunluğumu masanın bıraktığım köşesinde el yordamıyla bulup, yüklendim. Geceye tutunarak kalktık. Yaşadığımız zamanı oturduğumuz yerde bırakarak, değişik kurguların arsından yürümeye başladık.


(Bu öyküler Sokak Düşleri adı altında kitaplaşmıştır.-Sone Yayınları-)