27 Şubat 2009 Cuma

Sokak Düşleri Öykülerinden

DÜŞTEN YOLCULUK

“ömrünün körpe çağında sevdalara acellenen çocuklar
haydi ilerleyelim yer açalım yeni düşlerimize”
Muzaffer SARIGÜL


Her şey sustu. Derin bir öfkeyle koşmaya başladı Mahmut. Koştukça kulaklarında rüzgarın sesi kamçılanıyordu. Köyden çıkıp, dere kenarına vardığında durdu. Soluklandı. Sesine kavuştu dünya. Mahmut sırtüstü uzandı otlara. Gökyüzünü seyre daldı. Uzaklarda bir kuş sürüsü havalandı. Gök kanada kesti, az sonra. Mahmut böyle dere kenarına uzanıp gökyüzünü seyretmeyi çok severdi. Baktıkça büyürdü, derinleşirdi mavi. Bedeni yok olurdu Mahmut’un. Bir kapıdan geçer, ışıklı masmavi bir yolda yürürdü sanki.
Tam böyle dalmışken bir ayak sesiyle irkildi. Yapraklar hışırdadı. Kimseyi göremeyince korktu. Ali de onu korkutmak için saklanmıştı zaten. Ali saklandığı yerden çıkınca Mahmut öfkelendi:
“Korkutun lan beni!” Ali gülüyordu.
“Yak Mıstık bir sigara...” dedi. Gülmesi geçmiş, yüzü bulutlanmıştı. Kafakağıdındaki adı Mustafa olduğundan Mıstık diye çağırırlardı onu. Mahmut söylenile gelen adıydı.
“Babandan mı arakladın?”
“He ya, ne sandın?”
Birer sigara yaktılar. Büyük adam edasıyla tüttürdüler.
“Bu iş olmayacak” dedi Mahmut.
Düşünceliydi. O küçük yeşil gözleri bir aydınlanıp, bir sönüyordu.
“Sus lan. Üç kuruşluk keyfimize ettin. Hele bir gelsin Keçi. Planımızı yeniden konuşuruz.”
Ali bunları söylerken ikisinin de gözü derenin köy tarafındaki kıvrımındaydı. Keçi; Topal Salih’in oğlu Enes’in takma adıydı.
Ağaçlar kışa soyunmuştu. Üşüyen halleri, çarpık gövdelerinden sarkan yalnızlıklara dönüşmüştü. Oysa öyle mağrur duruyor, her birinin dalları öyle bir şehvetle ğöğe doğru saçaklanıyordu ki, anlıyordu Mahmut; üşüyen gövdeleri değil, küçücük yürekleriydi...
Dağların öte ucunda silik bir leke bırakıyordu güneş. Kızıl bir acıyla bitiyordu gün. Garip bir boyun eğmişlik, garip bir sessizlikle başlıyordu akşam. Kıvrana kıvrana soluk alıyordu toprak. Yüreğinin ortasında yumruk gibi kaskatı bir boşluk duyuyordu Mahmut. Sanıyordu ki; bir gün bu boşluktan içeri düşecek, bağıracak ama sesini duyan olmayacak, düşecek, düşecek.... Bu duygu öyle dile gelecek gibi değildi. Ne yapsa, ne etse içini dindiremiyor, garip rüyalar görüyor, uykusundan ter içinde çığlık çığlığa uyanıyordu her gece.

Acı yeşil akıyordu dere. Ali suyun ezgisini bozdu:
“Hadi gidek oğlum, gelmeyecek bu deli.”
“ Gelir... Gelir...”
Az sonra göründü Enes. Sağa sola doğru yalpalanarak yürüyordu. Mahmut ve Ali kıpırdamadan yaklaşmasını bekledi. Ali Enes’in kızacağını bile bile:
“ Lan Keçi, baban gibi topal mı oldun sende?” diye dalga geçti. Enes sinirlendi. Ali’ye hucümlandı aniden. Ali kaçtı. Mahmut yatıştırdı arkadaşını. Enes homurdanır gibi konuştu:
“Mal güderken ayağımı burktum. Canım çıktı otlakta. Bir cigara verin de tüttürelim.”
İncecik boyunları uzadı karanlıkta. Karanlık yoğun bir sıvıydı ve canlıydı, dolaşıyordu aralarında. Üçünün de gözleri iyice çukuruna kaçtı. Güneş renklerini sürükledi gittiği yere. Dallar doğanın türküsünü ıslıkla çalmaya devam etti.
Diyor ki su: “Ben aziz ve berrak olanım. Önüme set vurulmaz. Rengimi gökten alırım, tuzumu topraktan. Akarım yıllar, yüzyıllar zaman değil ki bana. Gelip geçtim işte nicedir yanı başınızdan...”
Diyordu ki rüzgar: “Esenim bilmediğiniz yerlerden. Özgürlük benim beşiğimde sallanır. Duymadığınız bir türküdür kanatlarımda yoksul maceranız. Taşırım kendimi bıkıp usanmadan, dört bir yandan, dört bir yana...”
Diyordu ki toprak: “Bereketim, baharım, kışım, çiçeğim, dalım. Yaşamım ben ayaklarınızın altında. Ve koynumda ölüleriniz...”

Kara bakışlıydı Ali. Uzun kirpiklerinin ardından zorla sızardı gözlerindeki ışık. Aniden sinirlenir, hemencecik sinerdi. Geniş alnına sonradan yapıştırma gibi dururdu biçimsiz kaşları. Burnu hafif sola basık, çenesi alnına inat küçücük kalırdı yüzünde. Çelimsiz kolları uzun, bacakları ise çarpık ve kısaydı gövdesine oranla. Yine de sevince benzer bir anlam vardı yüzünde, aceleci davranışlarında.
Eve geldiğinde babası her akşamki gibi içki masasında yığılıp kalmıştı. Evin duvarları dinsel içerikli tablolar ile doluydu. Garip bir koku olurdu evde hep. Yemek, ter, gül suyu, ahır, içki, sigara kokularının ağır ağır birbiri içine sinmesiyle oluşmuş, kıvamı değişmez, o aynı koku. Bu koku Ali’ye dayanılmaz geliyordu artık.
Evde yapılacak iş bulamazdı. Sıkıntıyla oturmaktansa genelde geç saatlerde gelir, sessizce yatar uyurdu.
Çocukların yattığı odaya geçti. Herkes uyuyor sanmıştı ki Ayşe ses verdi:
“Abi nerede kaldın? Babam köpürdü epey...”
“ Geldik ya işte. Uysana sen!”
Kız içine çekildi. Ali de yataklıklarını giyip uzandı yer yatağına. Canı tütün çekti. Uyku tutmuyordu gözleri. Kalkmaya erindi. Düşler kurmaya başladı. Gideceklerdi. Mahmut, Enes ve o. Özler miydi köyünü? Özlerdi ya, olsun. Bu köyde hayat mı var? Herkes bunu demiyor mu? Hem babası döve döve canından bezdirmese neyse ne! Ama bu ev yaşanacak halden çıkmıştı bi kere. Ağabeyi de kaçıp kurtulmamış mıydı? Kurtulmuştu ya. Kaçan kurtuluyordu. Kalan ise sürünüyordu bir ömür. Sonra ılık bir suya daldı Ali. Nefesi yumuşadı, yüreği gevşedi. Uykuya bıraktı küçük bedenini.


“Bu çocuk dellendi mi ne kız ?” dedi Mahmut’un anası Vesile Kadın.
“Bi haller var üstünde.”
İlgilenip, lafına karşılık veren olmadı.
Komşu evin bahçesinde taşa oturmuş yün örüyordu kadınlar. Yeni gelin Fatma, çay dağıtırken, kollarındaki bilezikler şıkırdıyordu. Hafif rüzgar çıkmış, gök bulutla dolmuştu. Ali’nin anası Dürdane Kadın elini çenesine dayamış dinliyordu öylece. Hayattan elini eteğini çekmiş, olanla olmayanın farkı kalmamışçasına sessizdi.
Hava serinledi. Kadınlar üşümüyordu.Bu kadınlar kışın soğuk sularda çamaşır yıkarken de üşümezlerdi... Tarlada toprağı işlerken güneşten kavrulsalar da bana mısın demezlerdi.Yazgılarını öylesine giyinmişlerdi ki, yaşam ne getirirse getirsin sessizce boyun eğer, içlerine aktarırlardı gözyaşlarını. Tütün kırmak, pancar toplamak, hayvan gütmek, yorulmaksızın yapıla gelir, yaşam avuçlarından kayar gider, geride ıslaklığı kalırdı.
Bazen geçlerden biri nazlı nazlı süzülerek;
“Bizimki de hayat mı, elin karıları yaşıyor...” gibisinden laflar ederdi. Televizyonlardan görüp ordan burdan duyduklarıyla katılanlar olurdu bu sözlere. Yaşlı kadınlar koca gövdelerini toparlarken celallenirdi, yaka silkenlere:
“ Neler diyon kız, herkesi kedine mi benzetecen? Günahtır yaptığınız. Allah kadını kulluk etmeğe yaratmıştır. Boyundan büyük laf etme. İsyan eden cehennemde yanar harıl harıl... Tövbe... Tövbe...”
Sonra hep bir ağızdan tövbeler çekilir, işlenen günahtan dönülüverirdi. Böyle böyle konular hep dağılır, evine yeni bir eşya alan varsa uzun uzadıya anlatıp hava atar, çoluk çocuk, ekmek, aş derdi unutulur, onun bunun namusu çekiştirilir, herkes derdinden sıyrılırdı.
Neden bugün atamıyordu içindeki sıkıntıyı Vesile Kadın? Kendini öyle hükümsüz hissediyordu ki, birden yere düşüp cam parçası gibi dağılabilirdi. Oysa buna hakkı yoktu. Eve döndüğünde bi dolu iş vardı onu bekleyen.
“Bana müsaade...” demesiyle, kalkması bir oldu. Şişman gövdesini ağır aksak sallaya sallaya komşu evin bahçesinden, kendi bahçelerine geçti. Mahmut’u izledi bir zaman. Çocuklara baktığında içi burkulurdu. Yoksulluk nasıl da akıyordu üzerlerinden. Ne kadar temiz olabilirdi ki bir köy çocuğu? Ayaklarında çamur, tırnak aralarından pislik, yüzlerinden çıban nasıl eksilirdi.?
Sanki bilirdi bu çocuklar; yaşamın onlara nasıl da haksızlık ettiğini. Yolun başında görmedikleri, sahibini bilmedikleri ve öğrenemeyecekleri bir elin tersiyle geriye itilmiş, soru sormaları yasak edilmiş, bilmek istemeleri engellenmiş, öğrenmelerinden inatla korkulmuştu. Buna rağmen sazlıklara vuran ay ışığı olup, nasıl gülüverirdi gözlerinin içi ufacık sevinçlerde.
Mahmut toprağa oturmuş, elindeki çomakla anlaşılmaz şekiller çizip, sonra siliyordu. Başka bir dünyaya geçmiş, bu dünyadan sıyrılmış gibiydi. Anasını görünce boş gözlerle baktı durdu.

“ Ana” dedi. “ Ben gidiyom.”
“ Git oğlum gecikme ama, baban köpürür.”
“ Yok ana öyle değil.”
“ Nasıl koçum, nasıl aslanım.”
“ Dönmeyecem.”
Vesile Kadın “ ah, vah” etmeye başladı.
“ O ne demektir Mahmut’um.”
“ Dönmeyecen evine he mi? Sen dellendin mi oğul? Ananı öldürmektir niyetin?”
“ Yok ana ne diye öleceksin ki?”
“ Sen gidecem diyon he mi?”
“ He ya, uzaklara gidecem. Şaşmayasın diye söyledim.”
Vış çekti Vesile Kadın. Yakasına yapıştı oğlunun.”
“Yürü hocaya gidiyoz. İçine cin mi girdi vah yavrum? Okutup, üfletmek gerekir seni. Yürü hızlı yürü eşşeoğlu ...”

Enes yayladan döndüğünde gün bitmek üzereydi. Babası hasta olduğundan evin tüm işine o bakar olmuştu. Zaten pek erken yaşta, küçücük omuzlarıyla çocuklar yüklenirdi babalarının işlerini. Yarın büyük gündü. Kalbi fırlayacakmış gibi çarpıyordu düşündükçe. Enes köy dışında ilçeyi görmüştü yalnız. Emmisinden duymuştu büyük şehri. İnsan kaynarmış sokaklar, karılar, kızlar cıbıl cıbıl gezermiş, binalar büsbüyük, arabalar sivrisinek kadar bolmuş. İstanbul cennet derdi emmisi. “ Bizimki de hayat mı?” Yarının gelmesini bekliyordu Enes. Televizyonda görüntüler değişiyor, anası kardeşini dövüyor, küçük kardeşi tırnaklarını kemiriyor, Enes aynı evde onlardan uzakta sadece zamanın geçmesini istiyordu.

O sabah üç evde de farklı zamanlarda aynı sahne yaşandı. Anası önce Ali’nin yokluğunu önemsemedi. “Dellendi de, yine kıyıya köşeye tütün içmeye, kız gözetlemeye kaçtı...” diye geçirdi içinden. Enes hep erken çıkardı evden. Bu nedenle doğaldı yatağındaki boşluk. Mahmut’un yatakta olmadığını gören Vesile Kadın ise yırtınmaya başladı hemen.
“ Amanın oğlan kaçtı, dediğini yaptı! Komşular yetişin! Vah başım!... Vah çileli başım!...”
Dövüne dövüne evden çıktı.


Akşam oldu. Her zamanki gibi oldu akşam. Köy meydanı yavaş yavaş boşaldı. Ortalığı karanlık bastı. Yalnız üç evde ortak bir bekleyiş vardı. Saat ilerledi. Vesile Kadın yerinde duramaz oldu. Muhtarın kapısını çaldı. Kocasıyla arası açıktı muhtarın. Aynı partiyi tutmazlardı. Muhtar oralı olmadı. Başından savmaya baktı . Muhtarın yeni karısı ayıp olmasın diye yatıştırmaya çalıştı Vesile Kadın’ı.
“Bi yerde lafa dalmışdır. Çocuk işte. Gelir, az bekle hele...”
Vesile Kadın söylene söylene eve döndü.
Ertesi sabah oldu. Ali de ortada yoktu, Enes de , Mahmut da. Çocuklardan ne bir ses kalmıştı geride, ne de bir iz... Uçmuşlardı sanki.
Köylüler muhtarın bakkalında toplandı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Gün boyu köyü didik didik aradılar, yok. Dere kenarına baktılar, yok. Yaylaları gezdiler, yok. Sonunda jandarmaya haber ettiler. Jandarma çocukların babalarına sorular sordu. Babalar yarım yamalak yanıtlar verdi. Analar dövünüp durdular. Vesile Kadın’a bi haller oldu. Bir kuş uçtu içinden, tutamadı. Bir çiçek koptu bahçesinden, koklayamadı.

Ertesi gece geç vakit muhtarın kapısı çaldı. Muhtar uykudan yarım uyanmış gözlerle açtı kapıyı. İki er duruyordu kapıda. Söze nasıl başlayacağını bilmez gibi duruyorlardı.
“ Muhtar emmi” dedi sonunda, uzun boylu olan. “Şu kayıp çocuklar var ya...”
Muhtar sinirli ve bu nedenle uyandırılmış olmaktan öfkeli bir tavırla :
“Nerde çıktı köpoğulları?” dedi.
“ Dur hele... Emin değiliz, bi haber var da...”
Muhtar önemli olduğunu anlayınca ilgilenip, heyecanlandı.
“Yahu geçin içeri de söyleyin, çatlatmayın adamı...”
İçeri geçtiler. Kısa boylu olan ilgisizce evi incelerken, uzun boylu devam etti.
“Anlatılanlar uyuyor ama, kesin diyemeyiz. Biz yine de haber edelim dedik.”
Muhtar çıkıştı:
“Ne geveliyorsanız, söyleyin artık.”
“Dün gece bir kamyonla bir otobüs çarpışmış.”
“ Ee …”
“ Kamyon devrilmiş. Otobüs şoförü ve iki yolcu ölmüş. Kamyon şoförü ucuz atlatmış kazayı. Kamyonun kasasında da biri ölü, ikisi ağır yaralı üç çocuk bulunmuş. Tarifler kaybolan çocuklarınkine uyuyor.”
Muhtar dondu kaldı.
“Ölen hangisi acaba?” diye düşündü.

Acı acı öten bir kuş sesi çarpıyordu pencerelere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder