25 Mart 2009 Çarşamba

o aşk

O AŞK

Kanser olduğumu öğreneli iki gün olmuştu.

Evin her yerinde bitmiş bir evlilikten kalan kutu kutu saçmalık. Yerleşemedim gitti şu kavanoz dipli dünyaya.
Bir de kargalar. İki gündür beyaza kesti yeryüzüm. Yumuşacık sardı kar, şehrin pisliklerini. Günlerdir açlıktan kudurdu kargalar. Balkonlara dadandılar, elektrik tellerinin buzlarını gagaladılar. Çirkin sesleriyle içimize içimize konuyorlar. Bırakmadılar ki karın keyfini sürelim.

Ne vardı yüzümde? “Ya demek kanserim,” derken. Hiç mi şaşırmadım? Hiç mi üzülmedim?

Doktor da kar gibi beyaz. Bakışları beyaz öncelikle. Canı yanarken bile gülümser gibi bakan biri. Hiç meselesi olmamış yaşamla. İyi bir kariyer, düzenli bir özel yaşam, spor, sağlıklı beslenme, düzeyli arkadaşlıklar, süslü, çok soru sormayan bir kadın ve belki de iki çocuk, yaşları birbirine yakın.

Çapkınlık yıllarımda olsaydım, bana hayır diyemezdi. (Bunun hiç sırası değil.) Der miydi? Demezdi. Ama evet de demezdi. Üzerim ben böyle tipleri. Hem kıyamam, hem de üzerim. Esmer ışıltılı bakışları kalakalıyor bende. Sarsarı olmalıyım. Anlamsızlığım taşıyor olmalı. Hemşire birazdan “doktor yetişin!” diye bağıracak. Doktorlar koşacak. Ameliyathaneye alınacağım ama kalbim avuçlarında durmuş olacak.

Neyse ki hatırladı doktor olduğunu, masasından kalktı. Karşıma, üzerinde ilaç reklâmları olan broşür dolu küçük sehpanın diğer kıyısındaki deri koltuğa oturdu. Elimi tuttu. Sıcacık. İyi misiniz?

Güzel soru. Yok yok ben böyle sakin, iyi adamlarla yapamam. Nerde uçurum kıyısı varsa koş kızım. Nerde tedirgin eden bakışlar varsa onlara soyun.
Yalnız mısınız? Yani eşiniz falan ya da çocuğunuz hiç kimse yok mu yanınızda?
İşte güzel sorular birbirini izliyor. Ben bu soruları sevmem ama. Bana biraz daha bilge sorular gerek.Yaşamın anlamı nedir? gibi.

Kaybederken değerini anlarsınız umarım. Ölüm, bayan çalıyor kapınızı. Hani bir derede ıslanan bir daha ıslanmaz ya, ya da bu ıslanış o ıslanış olmaz ya. İşte öyle. Hepimiz hazırız değil mi ölmeye? Kimimiz biraz daha hazır sadece. Bakışlarınızdan bunu anlamak kolay. Çok düşmüşsünüz dipsiz kuyulara. Merdivensiz bırakmışlar sizi karanlıklarda. Alışıksınız yani. Bir sakıncası yok. Hadi gülümseyelim şimdi. Bir şarkı söyleyelim. Doktor doktor baksana…gibi bir şiir. Marşlı çocukluğumuzdan kalma.
Acınası.
Buruk.
Bakmayın öyle.

“Oğlum….nerde bilmiyorum. Birkaç hafta oldu. Sıkıldım, dedi. Gitti.”
“Eşiniz?”



Onu hiç sormayın doktorcuğum. N’olur bana medeni halimi sormayın. Şimdi ağlarım, işte. Yani ta şuramdan size bir eş çıkarsam, koysam karşınıza, bir adama, bir bana bakıp bakıp, “e be kadın daha ne istedin gül gibi adammış, işinde gücünde içkisi, kumarı yok, evine bağlı, düzenli, (kendini anlatıyor aslında) daha ne istedin de yedin bitirdin adamı?” demez misiniz?


“Eşim yok. Bir yıl oldu, boşandık.”

Gördün mü işte . Yeni de boşanmışsız. Git barış adamla. Ölüme böyle tek tabanca gidilmez ki. Hani tek tabanca yaşanır belki, savaşılır da ama ölünmez.

“O zaman şöyle yapalım, siz evinize gidip, bir iki gün dinlenin.” Sonra?
“Sonra yeniden görüşelim olur mu?”
Olur doktorcuğum, sen ne dersen kabulüm.

Bir hastane koridoru gibi geçiyorum zamanları. İnsanları. Ah ucundan tutup tutup, sonsuz maviliğe alçalan rüzgârları. İçimin aynalarında tuzla buz olan gençliğimi.

Bilgisayarımı kurdum ilk iş. Kargalar yüzünden. Ne zaman biraz nefes almak için başımı pencereye dayasam, üçer beşer üşüşüp çirkin ötüşler saldılar huzuruma.

Kitaplığın işi uzun. Acil olanları, nasıl olsa başucuma taşıdım. Pavese. Kafka.
Sait Faik. Tezer Özlü. Yeni yetme öykü kitapları. Bir de toplu şiirler, yalnızlığımın şairlerinden.


İşte benim sanallığım böyle başladı. Mademki bir ömür koşturup didindim, elimde kalan boşluğa baka baka ölmek bana yakışmaz, dedim. Oyalanmak için eski yazılardı, arkadaşlardı derken, şu canımın içi Internet erişiminin beynimize örümcek gibi itinayla ördüğü ağlara takılayım istedim. Mesajlara bakarken, hadi birkaç sitede yazılanları okuyayım derken, bir de baktım gençler kadar içindeyim sanal alemin. İngilizce okuyorlar ya hani; em es en’ deyim yani.

Öylesine konuşmaya başladık onunla. Televizyon gibi bilgisayara da çok gereksinim duymadım aslında yaşamım boyunca. Yalnız müziği eksik etmem, günümden. Ses olmalı değil mi?
Sonra yanı başımda yürümeye başladı. Kalabalık caddelerde yüzü aktı önüme. Sesi çınladı yalnızlığımda.
Bana hiç olmadığım yanlarımı gösterdi.
Kuytularıma ışık tuttu.
“Nasıl olur?” derken, oldu işte. Konuşmak mıydı bu, yazışmak mı? Paylaşmak mıydı yoksa aldanmak mı? Bile bile kendini kandırmak mı?

Kutuları açmaya, dağınıklığımı bu küçük eve yerleştirmeye çalışırken, yazdığım, düşleyip yazamadığım öyküler de saçılmaya başladı, ekrana…

Onun aydınlığıyla yolumu bulmaya, yazdıklarımı paylaşmaya, paylaştıkça deli divane yazmaya başladım. Ölüme yürüdüğümü bilirken yaşama kendimden parçalar akıtmaya çalışmaktı bu.


Yaşını bile bilmiyordum. O, ne zaman kapımı çalsa açacak kadar alıştım.
Ya giderse diye korkmaya bile başladım. Kim bilir kaç kişiyle böyle yazışıp, canı sıkılınca da
siliveriyordu kişi listesinden.
İnsanlığın sonu işte bu iletişim olanaklarından, bilişim teknolojilerinin sınırsızlığından gelecek.
Kendi kendimizin kurduyuz. Kendi kendimizin düşmanıyız. Var mı kendi türünü yok etmenin savaşını veren bir başka canlı türü. Şu doğanın kusursuz ritminde yalnızca ‘büyük insanlık’ geleceği tehdit ediyor. Büyük insanlığım işte bir klavye ve artık iradem dışında başına oturup, onunla yaşam tarzı geliştirdiğim şu ekrana tutsak oldu.

Düşler yaşatır aşkı, değil mi? Kahrolası düşler. Kendimizi kılıktan kılığa soktuğumuz aşk.

Sıra bekliyorum. Kemoterapiden tek başıma çıkıyorum. Sonra beyaz doktorumun yeşil hemşiresinin anlamsız yüzünde aralarındaki yasak cilveleşmeyi görüyorum. Sen de mi diyesim geliyor. Hani düzenli bir yaşamın, iyi bir evliğin vardı. Hâlâ var, diyor, bakışlarıyla. Hiç şüphem yok. Arada bir stres atmanın kime zararı var ki? Peki karınızın da iş yerinde biraz bunaldığı olmuyor mu acaba? Diyorum ki o da biraz kafasını dağıtmak istese, ne yapardınız? İşte bu olmadı doktorcuğum. Size hiç yakıştıramadım.

Yine susmuş olmalıyım uzun uzun.
“Bakın diyor, bir yakınınıza ihtiyacınız olacak. Bir süre yatmanız gerekecek hastanede. Durumunuz ciddi.”

Martılar diyorum, doktor bey. Ben martıları özledim. Kargalar da birikmiyor artık evimin çevresinde ama martıları yine de özlüyorum.

Bol ışıklı vitrinlere yansıyan yüzüm acımasızca sunuyor bana zamansızlığımı. Kurtulabilir miyim?

İnsanların hiç sorusu yok. Neden işsizim demiyor, neden yoksulum demiyor, neden memleketimim taşı toprağı böyle peşkeş çekilmiş mafyanın her çeşidine? Yerlisinden yabancısına güç odaklarının elinde özgürlüğümüz. Neden? Neden ölüyor gençlerimiz? Ne kadar alıştırılmışız ağlatılan analar görmeye?

Kasaya okuturuz fiyatımızı, bekleriz kredi kartı limitinin dolmasını. Geçer gideriz bir birimize hiç değmeden.
Bak işte gerçek yaşam bu. Kimsenin kimseye sokulamadığı gerçeklik. Sorgusuz sualsiz nefeslerini boşuna üfleyen, birbirinin soluğunun kokusunu bile duymadan sevişen evli çiftler. Şu market arabalarında zavallılaştırılan çocuklar. “Siz tüketim manyağı oldunuz diye onların günahı ne?” diyerek, nerdeyse yakasına yapışacakken market arabasına eğilip, çocuğun eline çikolata tutuşturan kadına donuk bir gülümseyiş fırlatıyorum.

İşte bu gerçekliklerden doğan sanallığıma koşuyorum hemen. Çoğu zaman biriktirdiklerimi anlatma olanağı olmuyor ama biriktirip duruyorum gene de.


Martılar yoktu. Uzun bir yol vardı. Koşuyordu. O hep koşuyordu. Ara sıra dönüp yüzüme bakıyordu. Hiç sesini duyamıyordum. Yalnızca uçuk pembe kuru dudakları kıpırdıyordu. Söyledikleri, yüzünde hiç bir iz bırakmıyordu

Martılar yoktu. Ter içinde sayıklayarak uyanıyordum. Ağrılarım yüzünden uykularım delik deşikti. Saçsız halimi görmemek için aynaları kaldırdım. Bir çok kutu açılmadan arka odada duruyor. Yazmaksa tam bir yorgunluk artık. Okumak daha iyi geliyor.

Bulutların arkasında saydam ufka doğru dalga dalga kızıllaşan gökyüzü ölümün anlamsızlığını fısıldıyor. Bu gökyüzünün altında kısacık bir an gibi yaşadım ya bu bile yeter, diyorum.
Hâlâ sözcüklerim var, sorularım var, öyleyse direnmeliyim.


Aylar sonra pencerede İstanbul. Başımı omzuna yaslıyorum.
Elini alnımın kıyısında saçlarımı düzeltir gibi dolaştırıyor. O kadar genç ki. Y. Andrea’yı çağrıştırıyor bana. Onunla uzun uzun ağlamak istiyorum. Uzun uzun susmak. İstanbul’un kıyısında bir masada alçakgönüllü tadına doyulmaz bir kahvaltı sofrasındayız. Çayın güzelim kokusu. Mutlulukla ilgisi olan bu. Bir aşkın uyanışına dağılan o dinginlik hali ve aklın bilincini eriten bedensel hazların ötesini kokulara dağıtan çayın aşkla uyumu.
Ne güzel bir misafirlik. Kitaplığında geziniyorum. Çalışma masasını karıştırıyorum.
Martılar yok. Yalnızca denizin kırgınlığı var, İstanbul’a kırgın. Dalgalar birikmeden çarpıp duruyor bu insan kaynayan kıyıların pisliğine.

Yüzüne bakıyorum. Saçlarının rengine bakıyorum. Terini siliyorum, alnında ensesinde dolaştırıyorum ellerimi. Bütün geçmişimde bana bakan gözler oluyor gözleri. Tenindeki ılıklık, tenimin dokunuşu oluyor bütün erkeklere. Bir kadın ve bir erkek oluyoruz. Bütün etiketlerden maskelerden, kimliklerden soyunup, biz oluyoruz.

Bir martının kanat seslerine açıyorum gözlerimi. Bir tüy düşüyor göğüslerimin arasına. Sımsıkı tutuyorum çocukluğumun ellerini.
(Çok da zor değilmiş anne, işte öldüm, sonunda.)

Saçlarımın kokusunu bırakıyorum yatağında.

Nilüfer ALTUNKAYA
Ocak- Şubat 2009